Выбрать главу

Muhtar, yumruğuyla kapıyı çalmaya başladı. Her vuruşunda kapı yıkılacak gibi sarsılıyordu.

ilk defa ağzımı açmaya cesaret ederek:

- içeride kimse yok galiba, dedim. Muhtar, başını sallayarak cevap verdi:

- Hatice Hanım akşam namazını kılıyor olmalı. Az bekleyeceğiz.

Arabacının beklemeye vakti yoktu; çantaları kapının önüne bırakarak bizden ayrıldı.

Muhtar abasının eteklerini toplayarak yere çömeldi. Ben, bavulumun kenarına iliştim, konuşmaya başladık.

Bu Hatice Hanım, pek Müslüman bir kadınmış. Tarikata da mensupmuş. Köyün ölüsüne, dirisine o yetişirmiş. Mevlitleri o okur, gelinlerin yüzüne o yazar, sekeratta bulunan hastala-rın ağzına son zemzem damlasını o akıtır, kadın cenazelerini o yıkayıp yaşmaklarmış.

Muhtar Efendi, herhalde medrese falan görmüş bir adama benziyordu. Fırsattan istifade ederek bazı nasihatlar vermek istediğini anladım. Usul-i cedidin aleyhinde bulunmuyor, fakat yeni mekteplerin din derslerini ihmal ettiklerinden şikâyet ediyordu.

Şimdiye kadar buradan birkaç hocanım geçmiş; fakat nafile, hiçbirisinin Kur'an-ı Kerim'e, ilmihale, kâfi derecede vukufu yokmuş.

Bu Muhtar Efendi, Hatice Hanım'dan hoşnutluk getiriyordu. Ben.bu dersleri yine bu saliha, akil, abide hatuncağıza bırakarak kendim başka dersler okutursam köyü daha ziyade memnun edermişim.

Ben, bu nasihatleri dinlerken içeriden bir nalın tıkırtısı gelmeye başladı. Muhtar Efendi ile ayağa kalktık. Kapının arkasında bir kol demiri şangırdadı, kalın bir ses:

- Kimdir o? diye bağırdı.

- Yabancı değil, Hatice Hanım, B.'den bir hocanım geldi.

Bu Hatice Hanım, iri yapılı, kocaman yüzlü, biraz kamburu çıkmış, yetmişlik bir ihtiyardı. Kınalı saçlarının üstüne yeşil bir yemeni örtmüş, arkasına ferace biçiminde koyu bir yeldirme giymişti. Meşin gibi sert, esmer yüzünün buruşukları arasında inanılmayacak kadar taze ve canlı gözleri, bembeyaz dişleri vardı. Peçemin arkasından yüzümü görmeye çalışarak: "Safa geldin hocanım, buyurun!" dedi.

Bahçeden sokağa çıkmak yasakmış gibi bir eliyle kapıya dayanıp öteki eliyle çantalarımı aldı; sonra, tekrar kapıyı demirleyerek önüme düştü.

O önde, ben arkada bahçeden geçtik, Maarif Müdürü Bey'in büyük fedakârlıklarla müceddeden ihya ettiği mektep binası da öteki evlerin eşiydi. Yalnız, alt kattaki direklerin etra-fini henüz kararmaya vakit bulamamış tahtalarla çevirmişler, dershane haline koymuşlardı.

Kapıdan gireceğim vakit Hatice Hanım, kolumu yakaladı: "Dur kızım" dedi.

Ben, birdenbire ürktüm.

O, dudaklarının ucuyla okuduğu kısa bir duadan sonra:

- Haydi kızım, besmele çek de evvela sağ ayağını at, dedi.

Alt kat, zindan gibi karanlıktı, ihtiyar kadın, beni elimden tutarak dar bir taşlıktan geçirdi, eskilikten basamakları oynayan karanlık bir merdivenden çıktık. Yukarıki kat; viran bir sofa, bir de yüksek pencerelerinin tahta kepenkleri sımsıkı kapalı kocaman bir odadan ibaretti. Maarif Müdürü'nün müjdelediği muallim dairesi.

Hatice Hanım, bavulu yere bıraktı, odanın bir köşesinde dolap vazifesi gören eski ocağın içinden bir lamba çıkarıp yaktı.

- Oda, bu sene boş kaldığı için tozlanmış. Yarın sabah erkenden temizlerim inşallah.

Bu zavallı kadın, mektebin eski hocasıymış. Maarif idaresi, mektebi bu şekle soktuğu zaman onu sokağa atmaya acımış, iki yüz elli kuruşla burada alıkoymuş. Yarı hoca, yarı hademe gibi bir şey. Artık, ben nasıl istersem öyle çalışacakmış.

Kadıncağızın benden korktuğunu anlıyordum. Hesapça, ben onun amiriydim. Bile bile kimseye fenalık yapacak bir kız olmadığımı birkaç kelimeyle anlattıktan sonra dairemi seyretmeye başladım.

Eskilikten delik deşik olmuş kirli kaplamalar, yağmurdan çürümüş, tahtaları sarkmış simsiyah bir tavan, bir köşede içine kırık dökük konmuş ocak, ötede çarpık bir kerevet. Demek bundan sonra, hayatım bu odada geçecekti!

Havasız bir mahzene düşmüş gibi göğsüm tıkanıyor, ellerim, ayaklarım üşüyordu.

- Kuzum Hatice Hanım, bana yardım et de şu pencere-lerden birini açalım, dedim. Kendi kendime beceremeyceğim galiba.

ihtiyar kadın, benim işe el sürmeme taraftar değildi. Uğraşa uğraşa kepenklerden birini açtı. Manzarayı görünce tüylerim diken diken oldu.

Karşımda korkunç bir mezarlık vardı. Tepelerinde, hâlâ akşam ışıkları sönmemiş serviler, sıra sıra mezar taşları, daha aşağıda sazlıklar içinde donuk donuk parlayan su birikintileri.

ihtiyar kadının derin bir göğüs geçirdiğini işittim:

- insan, sağlığında alışmalı kızım, hepimizin gideceği yer orası, dedi.

Bu söz tesadüf müydü, yoksa haberim olmadan bu manzara karşısında bir korku ve telaş mı göstermiştim? Fakat hemen kendimi topladım. Cesur olmak lâzımdı. Adeta şen denecek bir kayıtsızlıkla:

- Demek burada bir mezarlık var, bilmiyordum dedim.

- Evet kızım; Zeyniler kabristanı. Eski zamandan kalma. Şimdi cenazeleri başka yere gömüyorlar, burası tarih gibi bir şey. Ben, Zeyni Baba'nın fenerini yakmaya gidiyorum, şimdi gelirim.

- Zeyni Baba kim, Hatice Hanım?

- Himmeti hazır, nazır olsun, bir mübarek zat, na, şuradaki servinin altında yatar.

Hatice Hanım, yavaş sesle dualar fısıldayarak merdivene doğru yürüdü. Ben, şimdiye kadar, böyle şeylerden ürktüğümü bilmiyorum. Fakat bu dakikada, servi kokularıyla dolu bir karanlık odada yalnız kalmak bir ürkeklik veriyordu.

ihtiyar kadının arkasından koştum:

- Ben de geleyim mi sizinle? dedim.

- Gel kızım, daha iyi olur. Gelir gelmez, Zeyni Baba'yı ziyaret edersen daha makbule geçer.