Boyum fazla uzamamıştı. Fakat hırçınlığıma rağmen vücudum gelişiyor, yüzümde acayip renkler, ışıklar yanıp sönmeye başlıyordu.
Sakallı dayı, ara sıra ellerimden tutup beni pencere kenarlarına çekerek yüzümü miyop gözlerine sokacakmış gibi yüzüne yaklaştırarak, "Kız bu ne cilt, bu ne renk böyle? Perkal basması mübarek! Ne solacak, ne eskiyecek!" diyordu.
Hadi canım, kız dediğin böyle mi olur? Topaç gibi bir vücut, fırça ile boyanmış bir yüz... Aynaya baktıkça bonmarşe camekânında bebek seyrediyorum zanneder, dilimi çıkarıp gözlerimi şaşılatarak kendimle eğlenirdim.
*
Tatiller içinde en sevdiğim Paskalya yortusu idi. Bu iki haftayı geçirmek için Kozyatağı'na gittiğim zaman kirazlar yetişmiş, büyük bahçenin caddeye bakan yüzünü baştan başa kaplayan kiraz ağaçlan yemişlerle donanmış bulunurdu.
Kirazı çok severdim. Bu on beş gün içinde serçe kuşları gibi hemen hemen yalnız kirazla geçinir, en yüksek dal tepelerinde kalmış son kirazları bitirmeden mektebe dönmezdim.
Bir akşamüstü yine bir ağaç tepesinde kiraz yiyor, çekirdeklerini fiskeyle uzaklara savurarak eğleniyordum.
Bunlardan biri yoldan geçen yaşlıca bir komşunun ta burnunun ucuna tesadüf etmesin mi?
Adamcağız neye uğradığını anlayamamıştı. Şaşkın şaşkın etrafına bakıyor, fakat başını ağaca kaldırmaya akıl edemiyordu.
Sesimi çıkarmasam, olduğum yerde kımıldamasam belki de münasebetsiz bir kuşun, tepesinden geçerken düşürdüğü bir çekirdek sanarak çekilip gidecekti. Fakat son derece korkmuş ve utanmış olmama rağmen, kendimi tutamadım, gülmeye başladım.
Adamcağız iri bir dalın üstüne ata biner gibi oturmuş, at gibi bir kızın arsız arsız güldüğünü görünce dayanamadı. Hiddetten kaşını, gözünü oynatarak:
- Bravo hanım kızım, dedi. Hiç yakıştıramadım, maşallah sizin gibi erişmiş, yetişmiş koskoca bir hanıma...
O dakikada yer yarılsa yerin içine girecektim. Biçare Per-kal basması kimbilir ne renklere girmişti? Ağaçtan düşmek tehlikesine rağmen, ellerimi mektep gömleğimin göğsü üzerine kavuşturdum, hafifçe boynumu büktüm.
- Beni affediniz beyefendi, dedim. Kaza vallahi... Daha doğrusu dikkatsizlik...
Bu masum yalvarma jesti mektepte sörler ve dindar talebelerin Meryem ve Isa karşısında dua ederken aldıkları bir jestti. Tesiri herhalde çok zaman tecrübe edilmişti. Asırlarca müddetle bu ilahi ana oğlu bile kandırmış olduğuna göre, bu ihtiyarcığı da haydi haydi rikkate getirecekti.
Tahminimde aldanmamıştım. Komşu, bu riyakâr nedamete ve sesimdeki titreyişe aldandı, yumuşadı; neyse bana güzelce bir şey söylemek lüzumunu hissederek:
- Böyle dikkatsizliklerin yetişmiş bir küçükhanıma zararı dokunabileceğini düşünmüyor musunuz? dedi.
Maksadı gayet iyi anladığım halde, gözlerimi açarak:
- Niçin acaba efendim? dedim.
Elini güneşin yandan vuran ışıklarına siper ederek dikkatli dikkatli bana bakıyor, gülüyordu:
- Mesela sizi oğluma almakta tereddüt edebilirim. Ben de güldüm.
- O cihetten sigortalıyım beyefendi; zaten uslu bir kız olsam da almazdınız.
- Nereden biliyorsunuz?
- Çünkü benim ağaca çıkmak, kiraz çekirdeği atmaktan çok daha büyük suçlarım vardır... Bir kere zengin değilim... işittiğime göre zengin olmayan kıza pek iltifat eden olmazmış... Sonra güzelliğim de yok... Bana sorarsanız bu, fukaralıktan daha büyük bir kusur...
Bu sözler, ihtiyar beyi pek eğlendirmişti.
- Siz çirkin misiniz kızım? dedi. Somurttum:
- Ne demezsiniz? dedim. Ben kendimi bilmez miyim? Kız dediğiniz böyle mi olur? Uzun boy, sarı saç, mavi yahut yeşil gözler lâzım...
Bu ihtiyar bey vaktiyle biraz yaramazmış galiba... Acayip bir bakış ve değişik bir sesle:
- Ah, zavallı çocuğum, dedi. Sen güzelliğin ne olduğunu anlayacak, kendinin ne olduğunu fark edecek yaşta mısın acaba? Her neyse... Sizin adınız ne bakayım?
- Çalıkuşu...
- Bu, nasıl isim böyle?
- Pardon, beni mektepte böyle çağırırlar da... Asıl ismim Feride. Kendim gibi yuvarlak, zarafetsiz bir isim.
- Feride Hanım... Sizin adınız da kendiniz gibi güzel, emin olun... Keşke oğluma sizin gibisini bulsam...
Bilmem neden, bu kibar tavırlı, tatlı sesli adamla gevezelik etmek hoşuma gidiyordu:
- Şu halde kendilerine de kiraz atabileceğim demek? dedim.
- Elbette... Elbette... Ona ne şüphe...
- Yalnız şimdilik müsaade edin de size birkaç kiraz vereyim. Beni affettiğinizi ispat için bunları mutlaka almanız lâzım... iki dakika...
Bir sincap hafifliğiyle dallara tırmanmaya başladım, ihtiyar komşu, ellerini yüzüne kapatarak:
- Aman dallar çatırdıyor... Sebep olacağım... Düşeceksiniz Feride Hanım, diye bağırıyordu.
Ben bu telaşa aldırmıyor, söyleniyordum:
- Merak etmeyin... Düşmeye o kadar alışığım ki... Mesela yakın olsak şakağımda bir yara izi görürdünüz. Bir iz ki; bütün öteki güzellikleri tamamlar...
- Aman kızım... Düşeceksiniz...
- Bitti efendim, bitti... Yalnız, onları size nasıl vereceğim? Buldum efendim, ona da çare buldum...
Önlüğümün cebinden mendilimi çıkardım, kirazları içine doldurarak bir çıkın gibi bağladım:
- Mendili hiç merak etmeyin... Henüz burnumu silme-dim... Gayet temizdir... Şimdi onu yere düşürmeden tutmanızı rica ederim... Bir... İki... Üç...
ihtiyar komşu, beklenmez bir çeviklikle kiraz mendilini yakalamıştı.
- Çok teşekkür ederim kızım, dedi. Yalnız ben şimdi mendilinizi nasıl iade edeceğim?
- Ziyanı yok... Size hediyem olsun!
- Nasıl olur?
- Niçin olmasın? Hem başka bir şey de var... Ben, birkaç güne kadar pansiyona döneceğim... Bizim mektepte bir âdet vardır... Kızlar tatil günlerinde genç erkeklerle kur yaparlar, sonra mektep açıldığı zaman bunları birbirlerine anlatırlar. Ben, daha böyle bir şey beceremediğim için yanlarında küçük düşüyorum. Yüzüme karşı bir şey söylemeye cesaret edemiyorlar ama muhakkak benim ahmaklığımla eğleniyorlar... Bu sefer ben, bir şey kurdum... Mektebe gittiğim zaman mühim bir sırrım varmış gibi başımı önüme eğip düşüneceğim, mahzun mahzun gülümseyeceğim. Onlar: "Çalıkuşu, sende bir şey var!" diyecekler... Gevşek gevşek, "Hayır... Nem olacak?" diyeceğim... inanmayacaklar, beni sıkıştıracaklar... O vakit: "Peki, öyleyse... Ama kimseye söylemeyeceksiniz, yemin edeceksiniz!" diyeceğim ve bir yalan uyduracağım.