Mutasarrıf bu kadar maceradan sonra odasına götürüldüğü zaman doktoruna: «Kuzum Nikolaki Bey, ben bu gece muhakkak öleceğim. Kulağın kirişte olsun. Beni bırakma» diye yalvarıyor, fakat gariptir ki, Hâmit Bey hiç bir rahatsızlık duymuyor ve buna hayret ediycir.
Daha garibi karısına ait evhamları da birdenbire sona ermiştir. Öyle ki, hastayı daima iki kişinin gizlice göz altında bulundurmasını emretmiş olmasına rağmen, bu saatte onun yine bir yolunu bulup kendini öldürmüş olduğunu haber alsa fazla bir teessür duymıyacak gibi bir şey.
— Allah Allah, diye düşünüyor, yoksa ben Mahmureyi sandığım kadar sevmiyor muyum? Sevmemek mümkün mü? Otuz beş yıl bir yastığa baş koyduk. Fakat bu saatte bana öyle geliyor ki, şimdiye kadar onun ölmesinden ziyade bu çirkin ölümü birdenbire haber alarak korkmaktan korktum.
XXI. Âblarla dolaplar
Halil Hilmi Efendi mutasarrıfın yolda olduğunu doktor Arif Beyden öğrendiği zaman ellerini kulaklarına götürerek makam ile:
«Buyurun cenaze namazına», diye bağırmıştı.
İlk korkusu Sarıpmardan başka bir yere atılmaktı. Halbuki şimdi onu öpüp başına koyuyordu. Tekaütlüğüne kalan altı sene dört ay on küsur günü doldurmak için memleketin en ücra kazasına oynaya oynaya giderdi. Fakat azledileceği ve yıllarca süründürüleceği artık kör kör, parmağım gözünde idi.
Biçare adamın pir aşkına başkalarının narına yandığı zamanlar için bir tekerlemesi vardı:
«Evriliküm, çevriliküm, ga-farip Halil Hilminin başma devriliküm» derdi. Şimdi de doktor Arif Beye ayni şeyi tekrar ediyor, onun tesellilerine kulak asmıyordu.
— Hâsılı tatlı canını sıkıntıya sokma doktorcuğum. Allah razı olsun; sağ ol, var ol, beni düşünüyorsun. Fakat ben kara kara yandım. Rezaleti bir gözünün önüne getir. Bütün dünya Sanpınarı yandı biliyor. Fakat Sarıpınar burnu bile kanama-mış, turp gibi ayakta... İstanbul gazetelerini görüyorsun. Sade bunlar kâfi. Üstelik bana «gazeteleri susturan mürteci» diyorlar.
Ortada henüz isim yok ama, belli ki, beni kastediyorlar. Bereket versin ki, darağacı modası tavsadı. Kasabada hacısı, hocası biribirine bütün olup bitenlerin mes'uliyetini, döndürüp dolaştırıp benim sırtıma yüklüyorlar. O yardım heyeti de üstüne tüy dikti. Teresler günlerce yediler, içtiler, keyif çattılar. Şimdi de «bizi buraya neye çağırdılar» diye bağırıyorlar.
«birbirine girdiler dolaplarla âblar «Âblar galip gelince döndüler dolaplar»
Evet, âblarla dolaplar bu kadar birfibirine girince elbet bir kırılıp dökülme olacak ve kabak tabiatile Halil Hilminin sahipsiz kafasına patlıyacak. Mutasarrıfın Eşref oğlanı neye gönderdiği malûm. Öteki rezaletleri de duyunca... Herif buraya babasının hayırma mı geliyor? O çoktan bunu tasarladı. Eşrefe; «sen evvelâ git, lâzım gelen hazırlıkları yap, ben de arkadan gelirim. Herifi sepetleriz» dedi. Allah bilir belki azlim bile mutasarrıfın cebindedir. Üstün körü bir soruşturma yapacak. «Kim bu rezalete sebep?» - Halil Hilmi Efendi tabiî - haydi arkadaş bahtın açık olsun... Sen sağ ben selâmet. Üzülme doktor. Bak, ben üzülüyor muyum?
Dediği kadar olmamakla beraber Halil Hilmi Efendi hakikaten pek üzülüyor sayılmazdı. Başına geleceği artık kat'î olarak anlamıştı. Hattâ bir aralık beyhude tezellülü bırakmayı; yıllardanberi durup dinlenmez bir sağanağa karşı, altında daima başını eğerek yaşadığı bu kapıdan, gurur ile kollarını sal- lıyarak çıkıp gitmeyi düşünmüştü. Fakat ne çare kfi, bugün artık böyle bir hareketin bile tadını duyamıyacak kadar bezgin ve yorgundu.
Mutasarrıfın geleceğini öğrendiği zaman ilk işi Hurşide bir hamal çağırtarak Hükümet konağındaki 'ufak tefek eşyasını evine taşımak oldu.
Doktora:
«İlin kâşanesinden kendi viran hanemiz yeğdir» diyordu, neme lâzım... Yarın kovulduktan sonra halkın gözü önünde çıkmaktansa şimdi giderim daha iyi.
Fakat sebep sade bu değildi. Mutasarrıfın kendisini hükümet konağında oturuyor görünce kızmasından da korkmuştu. Gerçi Eşref yahut başka kara ağızlıların bunu. çoktan yetiştirmiş olduklarına şüphe yoktu. Fakat kendi gözile görmesi elbet başka idi.
Mutasarrıfı kasaba dışında karşılamak töreninde ve belediye reisinin evindeki akşam yemeğinde Halil Hilmi Efendinin de yeri ve sırası vardı. Fakat o misafirin sağ yanında kendine verilmek istenen sandalyeyi ısrarla reddetti. Mühür Eşrefte bulunduğu için bugünün Süleymanı rda o olmak lâzım gelirdi. Kendisinin şimdilik hiç bir resmî sıfatı yoktu. İki arada tekaüt gibi, yaşma hürmeten efendilerinin sofrasına alman emektar lâlâ gibi bir şeydi. Sonra selâmetin daima kenarda olduğunu da unutmamak lâzımdı. Nasıl olsa çarpışacağı, daha doğrusu hücumlarına karşı kendini korumıya mecbur olacağı bir adamın mizaç ve meşrebine evvelâ karşıdan alışmak elbette daha ihtiyatlı olurdu.
O akşam kekeme yardım reisinden Ömer Beye» muallim Ahmet Masuma ve eczacı Ohenese kadar kasabanın bütün belli başlı çehreleri sofrada idi. Şimdilik her şey sükûn içinde geçiyordu. Halil Hilmi Efendiye göre güvenilmemesi lâzım ge- 8ı
len korkunç bir kasırga öncesi sükûnu. Yarın sabahtan tezi yok, dolaplar ile âblar tekrar birbirine girince sen seyreyle gümbürtüyü. O zaman bu akıllı uslu insanların şimdi rica ve niyazlarla birbirlerine ikram ettikleri tavuk butları ve hamur tatlılarını nasıl fitil fitil birbirlerinin burunlarından getireceklerini Halil Hilmi Efendi tecrübeleri ile biliyordu.