Mahcupluk ve şaşkınlık Hâmit Beyi hikmeti hüikûmetlerle dolu ağır bir Babıâli ricali sükûtuna daldırmıştı. Mutasarrıf bunun etrafa da sirayet ederek bunaltıcı bir hava meydana getirdiğini farkediyor ve bir şeyler söyliyerek ortalığı bir parça canlandırmak istiyordu. Çocukluğunun büyük kısmını Karagöz oynatmakla geçirmiş bir eski İstanbul paşazadesi olarak bunu becerebilirdi de. Fakat zaten ince olan sesinin bu kalabalık mecliste büsbütün cılızlaşarak otoriteyi bozmasından korkuyor ve yalnız arasına gülümsemeMe iktifa ediyordu. Mutasarrıfa kargı bir hürmetsizlik sayılmasından korkulduğu için kendi aralarında konuşanlar da yok gibiydi. Yalnız tuzu Jcuru olan Ömer Bey gülerek yanındakilere bir şeyler anlatıyor, fakat başka bir şey akla gelmemesi için arasıra uzaktakilere de yüksek sesle izahat veriyordu.
Bu sükûtun bir fenalığı, yemeğin sonuna doğru mühendis Kâzımın çenesini açtırmak oldu. Delinin münasebetsiz bir şeyler yumurtlaması pek mümkündü. Hele o sofranın alt başındaki köşesinde, sindiği delikten kedilerin oyununu seyreden ihtiyar bir fareye benzemiş olan Halil Hilmi Efendiden bahse başlayınca korku büsbütün arttı. Bereket versin ev sahibi ve misafirler, birbirile anlaşmışlar gibi, hep bir ağızdan gürültü edip gülmiye başladılar, daha sonra da eski rüştiye muallim evveli Hayrullah Efendiye uzun uzadıya horoz, köpek ve çakal taklitleri yaptırarak tehlikeyi büsbütün savuşturdular.
Halil Hilmi Efendi lodosta deniz tutmasından korkanlar gibi köşesinde kımıldanmadan oturduğu halde zihni durmadan işliyor ve faraziyeler yapıyordu. îlk karşılaştıkları zaman mutasarrıf neden onu tanımıyor gibi görünmüştü? Halbuki iki sene evvel merkefedie görüşmüşlerdi. Bir mutasarrıf, filen vazL fe başında bulunmasa da, kaymakamının' en dip köşede otun.
masını nasıl ve hele neden hoş görebilirdi? Bir kaza geçirdiğini bildiği halde yarım ağızla olsun, hatırını sormamış bulunması manalı değil miydi? Gerçi o yanında oturan Eşrefin de farkında görünmüyordu, fakat bunun münası büsbütün başka idi. Sonra mutasarrıfın ikide birde gözlüğünü düzelterek uzun uzun kendisine bakması da iyi alâmet olmamalıydı.
Biçare Halil Hilmi Efendi, Hamit Beyin gözlüğünü düzelterek baktığı şeyin kendisi değil, arkasında asılı büyük asma saatin bir türlü yürümek bilmiyen yelkovanı olduğunu ve bu saatte bütün düşüncelerinin zorla ikram edilen yemeklerden mümkün olduğu kadar az yemek ile valiye çekilecek telgraf ara. sındavgidip geldiğini anlamıyor; katı gömleğinin bir cellât lâlesi gibi boynunu sıkan lâstik yakası içinde buram buram ter döküyordu.
XXII.
Halil Hilmi Efendi, bir noktayı çok iyi görmüştü. Ortadaki bütün yolsuzluklarınv hesabını sormak için kendinden başka kimsenin bulunmaması. Nasıl ki, neticede meseleyi kapatmak için vurulması lâzım gelecek belin yine kendi beli olacağı tahmini de ayni derecede doğru idi.
Arabada olduğu gibi Reşit Beyin güveylik karyolasındaki ipekler ve sırmalar arasında da yine deliksiz ve rüyasız bir hamal uykusu uyuyan mutasarrıf sabahleyin iyi kalktı ve bir çocuk sevincile:
— Nikolaki Bey. bu ne iş, dedi. Yediğim bunca müzehre-fat nereye gitti!
Doktor başını sallıyarak cevap verdi:
— Keyfinize bakın beyefendi. Sofada hazırlanan kahvaltıyı da yerseniz daha iyi olur.
Hâmit Bey belediye reisini yanına alarak öğleye kadar kasabayı dolaştı; sonra ikindiye kadar da belediyede birçok ziyaretler kabul etti.
Akşam yemeği Ömer Beyin evinde yenecekti. Mutasarrıf evvelâ kabul etmek istememişti. Fakat
Nikolaki Beyin mııta-
olanlar onu araya koy
sarrıf üzerindeki nüfuzunu anlamış dular.
Doktor, Hâmli t Beye: — Buraların âdetleri tuhaftır beyefendi, dedi. Ömer Bey Sarıpmarda ikinci geliyor. Siz Ömer Beyin yemeğini yemezse-niz sonra o belediye reisi Reşit Beyin başını yer. Biz büe sancakta acısını çekeriz bunun.
Halil Hilmi Efendi, mutasarrıfın Ömer Beyin evine gideceğini haber alınca tekrar saçını, başını yolmıya başladı:
— Bu sefer hakikaten «buyurun cenaız© namazıma...» Vay sarhoş edepsiz vay. İşte bu aklıma gelmezdi. Kasabada topu topu sekiz, on yaralı var. Mutasarrıfa, ben başta olduğum halde hepsinin burada yaralandığını söyleyince ne kalır? Bu adetâ mahallinde bir keşif olacak... tster misin rakı içtiğimizi, kadın oynattığımız, sonra zelzele olunca hep birde kaçtığımızı, benim yemek tepsisine
girerek merdivene fırladığımı herife anlatsınlar. Hattâ edepsiz sarhoşun, bir iş yapıyorum diye bu gece Bulgar kızını bile getirmiyeceği ne malûm?
Bununla beraber mutasarrıf şerefine verilen bir davete git-memezlik olmazdı. Zaten Halil Hilmi Efendi için tek ümit sofrada bulunanların, kendisine acıyarak, dillerini kısa tutmaları idi.
Gece, Halil Hilmi Efendinin korktuğu kadar fena geçmedi. Ömer Bey sofrayı bahçeye kurdurmuştu. Sonra bir gece evvelki kalabalık ve hepsinden daha ehemmiyetli olarak Deli Kâzım yoktu. Gerçi Kâzım şimdi doktor Arif Bey partisinin en ateşli âzasmdandı. Fakat Halil Hilmi Efendiyi de en ziyade ürküten bu ateş değil miydi.
Kaymakam doktorla başbaşa vererek müdafaa tezini hazırlamıştı. Kaymakamın ağır surette yaralandığı ve kendisinin hâlâ şimdi de vazife gayretile ayakta bulunduğu tezine çaresiz tekrar dönülüyor ve doktor bunu tasdik ediyordu. Ortada zelzele tahribatı diye gösterilecek bir şey bulunmamasına göre, kaymakamın o günlerde ifayi vazifeye muktedir olmıyacak şekilde hasta olduğunu iddiadan başka çıkar yol yoktu. Onun birkaç gün sonra kendine gelir gelmez kasabada .ehemmiyetli Vuf'l
bir hasar bulunmadığını telgrafla bildirmiş olması da lehine bir delil sayılmak lâzım gelirdi.