Bu noktada Deli Kâzım ile aralarında bir anlaşmazlık vardı. Mühendis, insanca fazla bir sakatlık olmamakla beraber, zelzelenin kasabayı hayli yıkmış olmasına taraftardı.
— Vücuttaki sakatlığı kim bilir? Doktor. Binadaki sakatlı-tı kim bilir? Mühendis. O halde ben kasabanın birçok binalarında sakatlık olduğunu, fen namına söyledikten sonra başkalarına söz düşer mi? Deveye demişler ki, «sırtın iğri», «yahu zaten nerem doğru» demiş. Onun gibi bu kasabanın da harap olmıyan neresi var? Ama mutlaka zelzele gecesi olmamış da daha evvel yahut daha sonra olmuş. Onun gününü, saatini tayin edecek ihtisas erbabının alnını karışlarım. Buyanın resmî hükümet mühendisi olduğum için ev o gece mi viran oldu, başka zaman mı? Bunu bilmek ancak bana düşer. Nükteyi anladınız mı beyler? Siz «hayır» deseniz bile ben kuvvetli bir zelzele nazariyesini sonuna kadar müdafaa edeceğim.
XXIII. Mutasarrıfın nazik damarları!
Ömer Beyin bahçesinde soğuk alan mutasarrıf bir parça öksürdüğü ve genzi yandığı için ikinci gün evden çıkmadı ve Halil Hilmi Efendiyi pijamasile yatak odasında kabul etti.
İki günlük yorgunluktan sonra bugün bir mola vererek dinlenmek de olurdu ama, validen aldığı yeni bir şifre telgraf buna imkân bırakmıyordu. Ne olacaksa bir ayak evvel olup bitmeliydi. Zaten kaymakamı çağırıp konuşmaktan başka da yaA pılacak bir iş kalmıyor gibiydi.
Mutasarrıf ihtiyaten pencereleri kapalı tuttuğu için oturduğu iskemlede mütemadiyen terliyen kaymakama acıdı.
— Hiç olmazsa yakanızı çıkarsanız, dedi.
Halil Hilmi Efendiyi de az çok resmiyete aykırı bir kılığa sokmak, kendi pijamasını mazur gösterecekti. Fakat o:
— Huzurunuzda teeddüp ederim, diye reddetti.
— Fakat terliyorsunuz.
ÖD
Halil Hilmi efendi kendini tutamadı, çehresine mazlum bir hüzün veren bir gülümseme ile boynunu bükerek:
— Nasıl olsa terliyeceğim efendimiz, dedi. Biraz fazla, biraz eksik. Farkı yok.
Hâmit Bey nükteyi anlamamazlıktan geldi ve:
— Yok efendim ne münasebet, diye gülümsedi. Sonra tekrar ciddileşerek:
— Kıyafetimi mazur görürsünüz değil mi kaymakam bey, dedi. Biraz rahatsızım da., affedersiniz. Bu kılıkta misafir kabulü doğru değil ama...
Halil Hilmi Efendi: «keşke donla gezsen de bana zararın dokunmasa» diye düşündü ve fazla bir telâşla sordu:
— Geçmiş olsun efendimiz, neytiniz var?
— Galiba biraz soğuk aldım. Dün geceki ziyafet hoştu. Fakat nekadar olsa açıkta oturduk.
Halil Hilmi Efendi ilk temasta bir dalkavukluk fırsatı bulmaktan memnun.
— Allaha emanet efendimiz, dedi, havamız hakikaten biraz acayiptir. Zatıâliniz gibi nazik vücutlular biraz ihtiyatlı olmalı. Sivrisinekle sulara da dikkat buyursanız...
Hâmit Bey kışın bile cibinliksiz yatmazdı. İçeceği suyu bü-jnik fedakârlıklarla İstanbuldan getirtirdi. Nitekim buraya da iki binlik Taşdelen getirmişti. Fakat biri arabada kırılmıştı. Bilmiyordu öteki gidinciye kadar yetecek miydi?
Kaymakam «Taşdelen» sözünü işitince derin bir göğüs ge-şirmişti. Mutasarrıf sebebini sordu. O yine kendine açındıracak bir gülümseme ile:
— Taşdelen bendenize «Karakulak» ı hatırlattı. Beykozlu-yum bendeniz...
— Ya!!! Demek siz de İstanbullusunuz? Kaç senedenberi -görmediniz.
— Tam yirmi üç.
— Ne söylüyorsunuz?
— Evet.
— Nasıl dayandınız?
— Allah ne verir de kul götürmez. :
)|
Hâmit Bey. kaba çehresi, iki tarafından ağarmış sakalı ve hafifçe kamburlaşmış omuzları ile eski lalalarından birine ben-ziyen bu adama karşı zaten bir sıcaklık duyuyordu. Yirmi üç yıldanberi Anadoluda yaşıyan bu hemşeride farzettiği İstanbul ve Karakulak hasreti buna bir de tatlı merhamet duygusu ilâve etti.
Halil Hilmi Efendi bunu sezerek işi biraz daha ileri götürdü.
— Bendeniz artık Karakulağı unuittum. Burada içtiğim çay suyundan farketmez hale geldim.
Fakat sizin için ehemmiyetlidir. Buraya iki saat uzaktaki Yörük köyünde İstanbul suları ayarında bir su vardlr. Uzakça olduğu için rağbeit eden yok. Fakat endişe buyurmayın. Bendeniz yarından itibaren getirtirim. Muhterem misafirimize çay suyu içirecek değiliz ya.-.
Mutasarrıf asıl işini unutmuş gibiydi. Halil Hilmi Efendiden sekiz on yaş ihtiyar olduğu halde, belki de merhum lalaya benzediği için, kendini onun yanında çocuklaşmış görüyor ve öyle konuşuyordu. Biraz sonra:
— Peki, kaymakam, bey dedi. Mademki İstanbulu bu kadar özlediniz. O halde buralarda yaşamıya nasıl razı oluyorsunuz?
Kaymakam yine göğüs geçirdi ve gözlerini daldırarak okudu:
«Viran olası hanede evlâdii ayal var»
Hâmit Bey mısraı bilmiyordu:
— Aman ne güzel şey o, dedi. Viran olası hanede... Lütfen tekrar eder misiniz kaydedivereyim şunu. Hakikaten meseledir evlâdü ayal. İnsan her şeye onlar için katlanır değil mi. Çoluk çocuğunuz var tabiî.
Halil Hilmi Efendi gözleri parlıyarak fırsatı yakaladı:
— Var maalesef efendimiz.
— Niçin maalesef dediniz?
— Bendenizin yaralı bir taraf imdir da ondan, Hem dört •il
tane. KimÜ eşikte, kimi beşikte. Bir gözlerimi1 kapasam, yahut başıma başka bir hal gelse, düşünüyorum da...
— Allah esirgesin... Allah esirgesin.
— Yeryüzünde dikili ağacımız yok. Dört çocuk ve hasta, alil bir kadın...
— Hasta mı? Refikanız hasta mı? v -
— Yirmi küsur yıldanberi.
— Aman ne söylüyorsunuz? Nesi var?
Mutasarrıfın edebiyat cihetinden yaya olduğuınu «Vira» olası.. » mısraını bilmemesinden anlamış olan kaymakam, biraz daha şairleşmekte fayda görerek:
— Daha aldığım zaman hazan yapraklan gibi meyyali sukut bir kızcağızdı, dedi.
Devam edecekti, fakat kendi karısından bahsetmek ihtiyacını duyan mutasarrıf dinlemiye taraftar görünmedi. Acele acele onun sözünü keserek:
— Hakikaten güç iştir, dedi. Benim hanım da hasta. Gerçi sizinki kadar uzun zamandanberi değil, fakat sıhhati bana endişe veriyor.