Выбрать главу

Halil Hilmi Efendi daha az tecrübeli bir adam olaydı bunlara inanabilirdi. Fakat deminki buhran gibi bunun da akar bir su üzerindeki sükûn veya dalga gibi, geçici bir şey olduğunu bildiği ve hele doğuştan yırtıcı olmıyan bu zayıf adamı kendi üzerine saldıran sebebi çok iyi takdir ettiği için köşe başını döndükten sonra acı acı:

— Çare yok... Yakacak beni kerata, diye söylendi.

XXV. «Viran olası hanede...»

Halil Hilmi Efendi için mazul hayatı şimdiden başlamıştı. Artık pek seyrek evinden çıkıyor, arkasında kısalmış bir patiska entari, ayaklarında şıpşıp terlikler akşama kadar odadan odaya dolaşıyor, arasıra taraçaya çıkarak, hasta karısının yaptığı gibi, kızgın çinkolar üzerine arka üstü yatıyordu.

Artık Hurşitten başka kapısını çalan yok gibiydi. Bir de ara-sira doktor Arif Bey uğruyordu.

Mutasarrıf ötekile berikile konuşurken gevezelik etmişti. Bunlar çabucak kasabaya yayılıyor, ancak kaymakamın azltte bu işlerin temizleneceğinde kimsenin şüphesi kalmıyordu.

Halil Hilmi Efendiden az çok zarar görmüş, yahut umduğu faydayı görememiş kimseler ayaklanıyor; böyle bir vazgeçtisi olmamakla beraber sadece bu adamın çehresinden, kıyafetinden hoşlanmıyanlar ve herhangi bir makam sahibine karşı bir çekememezlik duygusu ile doğmuş olanlar onlara katılıyor; dedikodu gittikçe büyüyordu.

İki sene evvel evi değerinden az bedelle istimlâk edilmiş adam, tarladan karpuz çalarken yakalanıp işinden çıkarıl, mış kır bekçisi, üç çocuğu ile kendisini boşıyan memur kocasını azlettirememiş kadın ve daha birçokları Halil Hilmi Efendiden davacı idiler. Bütün eski defterler açılmıştı. Hakikaten Halil Hilmi Efendiye ait kusurlarla beraber kaymakamla hiç bir ilişiği olmiyan yahut herhangi bir kaymakamın kudretini aşan bir takım işler ona yükleniyor ve bunlar günü gününe mutasarrıfa gidiyordu.

Hamit Bey valinin istediği gibi, günde birkaç şifre telgraf ile neticeleri saati saatine vilâyete bildirmişti. Fakat artık yapılacak iş kalmadığı halde, ne kendisinin, ne de yardım heyetinin sancağa dönmelerine henüz izin yoktu.

Valinin «daha birkaç gün Sarıpmarda kalınması muvafık olacaktır» tarzındaki renksiz cevaplan Hâımit Beyi fena halde kuşkulandırmakta idi. Aksi gibi, etrafında dertleşilecek kimse de yoktu. Nalan kalfa iki günlük yolda idi. Kendine herkesten 95

yakın hissettiği Halil Hilmi Efendi, fena bir talih ve tesadüf eseri olarak, buradaki tek hasmı idi. Onun için çaresiz doktor Nikolakiye açılıyor, vücudu gibi ruhunun da en utanılacak taraflarını ona göstermekten çekinmiyorduı:

|— Ne dersin doktor? Sen artık pek yakınımsın. Bu vali ola. cak herif bir oyun oynıyacak mı dersin? Allah aşkına düşündüğünü söyle. Yani beni bir zaman daha burada alıkoymaktan ne maksadı olabilir? Gerçi vehham değilim ama bazı başka emirleri de bana manalı görünüyor. Yani herif âdeta beni haşlıyor gibi bir şey... Mahrem ama, sana da okuyayım. Namusuna tevdi ediyorum. Bilirim ağzı sıkı adamsın.

Bir an evvel merkeze, daha doğrusu evine dönememek de onun için bir mesele idi. Gerçi burada gördüğü itibar ve rahatı o evinde hiç bir zaman bulamıyacaktı. Hasta karısının hiç yoktan helecanlanarak başına savurabileceği bir hokka veya bardağa karşı daima tetikte bulunmak, ev halkının çığlıkları ile uyanmak ve hastayı - gözleri ve dili fırlamış bir halde - bir çiviye asılı görmek korkusu ile uyumuya mecbur olmak güç işti. Fakat buna mukabil orada bütün bir hayatın vazgeçilemi-yen alışkanlıkları vardı. Nalan kalfanın Mekke fincanile getirdiği sabah kahvesinden onun üç günde bir kendi elile hazırladığı ihtikana kadar, hattâ kimbilir belki o günün birinde olmaz bir yerine raslıyarak ölümüne sebep olacak bardak, çanak bombardımanı korkusuna kadar.

Sonra herhangi bir yerde hapsedilmiş gibi istediği zaman oradan çikamıyacağmı bilmek de Hâmit Bey gibi sinirli bir in. san için bunaltıcı bir şeydi. Gerçi merkezdeki yatağında da saçile sakalile - ilk defa yatı mektebine giden çocuk gibi -birçok geceler ağladığını hatırlıyordu. Fakat geçen dört sene kendisini buna az çok alıştırmıştı.

Sarıpmarda artık yapacak işi kalmamış olan fakat öteye beriye çağrılarak yiyecek ikramına uğramak korkusu ile bunu saklamakta fayda gören Hâmit Bey odasına kapanıyor ve bo4-yuna Halil Hilm Efendi için gelen şikâyetleri okuyordu. Bunların en çocukça ve hattâ edebsizce olanları bile mutasarrıfı memnun etmekteydi. Ne de olsa şikâyet şikâyetti. Her yeni

kâğıt, lalasına benziyen munis ve mazlum yüzlü Halil Hilmi Efendi için duyduğu üzüntüyü bir parça daha gideriyordu:

— Bak bak, bak, bak... Hakikaten sakalının telleri sayısınca mesavisi ve idraksizliği olan bir herif... Hak etmiş efendim, hak etmiş... Hattâ fazlasını bile. Böyle adamı korumak vazifeyi suiistimal demektir.

Vakaları bir kere de şikâyet edilenin ağzından dinlemek usulden olduğu için mutasarrıf arasıra kaymakamı odasına çağırtıyordu*

Halil Hilmi Efendi her defasında hiddetleniyor, patiska entarisini çıkarıp elbiselerini giyerken yüksek sesle esip savuruyordu:

— Biliyorum be herif, yiyeceksin başımı... Ye de kurtul... Benimle artık ne alıp vereceğin kalıyor? Ölmüş eşeğin kurttan korkusu olur mu? Vallahi, billahi bu sefer artık beteleceğim.

Sokakta topallıyarak yürürken de ayni monolog devam ediyor ve çehresindeki çatkınlığı görenler yanına yaklaşmıya cesaret edemiyerek köşelerden sapıyorlardı. Fakat mutasarrıfla yüz yüze gelince! Bu konuşmalarda Hâmit Bey de vazifenin emrettiği ciddiyetten ayrılmamak ve Halil Hilmi Efendiye soğuk muamele etmek azminde idi. Fakat o da kaymakamı karşısında gördüğü zaman birdenbire değişiyordu: