— Galiba şeytan tüyü-var herifte, Allah belâsını versin.
Kaymakam mutasarrıfın gösterdiği sandalyeye - onun ısrarına rağmen - ancak sol kalçasile ilişiyor ve
o vaziyette kalıyordu. Fakat gerek topallayış, gerek bu oturuş artık siyasî değildi. Halil Hilmi Efendinin sol kalçasında, kaba etinde - herhalde sıkıntıdan olacak - bir kocaman kan çıbanı çıkmıştı. Doktor Arif Bey, biraz daha olmasını bekliyerek, bu çıbanı yar-mıya bir türlü yanaşmıyordu.
— Rahat otursanıza beyefendi. Sıkılmayın rica ederim.
— Estağfurullah efendimiz. Arzı minnet ederim efendimiz. Fakat rahatsızım, oturamıyorum.
— Vah vah... Sizi yine rahatsız ettik. Fakat zarurî. Efendim sizi maalesef yine bir parça üzeceğim.
Cümle hemen hemen muallim Ahmet Masumun cümlesi idi. Halil Hilmi Efendi, onu her işitişinde çıldıracak gibi oluyor, İstanbul bekçilerinin yangım haber veren sesile avazı çıktığı kadar «üzülmen ulaaan!» diye bağırmamak için kendini zor zaptediyordu.
— Efendim pek ehemmiyetli değil ama... Ötedenberi bazı başı boş keçiler açık buldukları kapılardan ötekinin berikinin bahçesine girerek zararlar yapıyorlarmış. Birçok defa zatıâlini-ze şikâyet edildiği halde...
Yahut: — Yolsuz makulesi birkaç delikanlının akşam üstleri kız rüştiyesi önünde dolaşarak kızlara ve genç muallimelere sankıntılık ettiği defaatle makamızma haber verilmiş olmasına rağmen vesaire., vesaire...
Kaymakamın inzibat altma alamadığı keçilerden ne zaman şikâyet edilmiştir? Akşamları kız rüştiyesi önünde dolaşmalarına mâni olamadığı yolsuz makulesi delikanlılar kimlerdir? O bunları asla bilmiyor, fakat müdafaanın nafileliğini çok iyi anladığı için yorgun bir «evet» ile hepsini toptan kabuJ ediyordu. Kimsesiz bir ihtiyar adam gücünün zaten nasıl olsa çekemiye-ceği bir yüke üç, beş keçi ile bir iki serseri eklenmesinden ne çıkardı?
Fakat bazan da kendini tutamıyarak bu «evet» e birkaç kelime ilâve ediyordu:
— Kabul etmeyip de ne yapacağım beyefendi hazretleri... îler tutar yerim kaldı mı ki, benim?
Ağır söz, yenilip yutulmaz söz! Şiddetli bir tekdir ile karşılanması vacip olan söz! Fakat tekdir demek değil de kafasına sopa ile vursan mukabelesi nihayet, birkaç ter damlasile karışık, zararsız bir sitemden ibaret kalacağı artık anlaşılmış bir âciz adama karşı değer mi? Bugün, yarın nasıl olsa canı yana- ' nacak bir biçarenin boş yere kalbini kırmak niçin?
Evet, ağır söz, yenilip yutulmaz söz... Fakat resmî hayatta, ağızla da olsa, itiraf itiraf değil midir? Halil Hilmi Efendi her şeyi üstüne alıyor, mutasarrıfın yüreğindeki baskıyı hafifletiyor. Keşke biraz bağırsa bile. Fakat ne yazık ki, bu adam, en ağır hakaretinde bile - mahzun bakışları, korkak ve edepli ta- fi tâ
vırları ile - lalalık kemiklerine işlemiş bir ihtiyar konak lalası... Kırk bu kadar sene sonra hâlâ yüzünü gördüğü, sesini, işittiği ve hasretini çektiği kendi lalası...
Kendisine bir parça açılmak kabil olsa, bu adamın, doktor Nikolaki Efendiden çok daha yumuşatıcı sözler bularak vehimlerini yatıştıracağına şüphe var mı? Bu gurbette Nalan kalfasından bile ayrı düşmüş altmışlık İstanbul çocuğu, bunu yapabilse, bütün gün yabancı bir hava ve güneş içinde uçtuktan sonra başını nihayet duvarının kovuğuna sokan bir kuş kadar sükûn duyacak. Fakat ne çare ki, yapamaz. Hattâ bir parça havadan, sudan konuşmak bile tehlikelidir. Çünkü bu konuşmanın kendilerini nereye sürükliyeceğini evvelden kestirmiye imkân yok.
Hâmit Bey, boğazında hafif bir tıkantı ile kaymakamı uğurladıktan sonra derin derin düşünüyor, çok sevdiği yeni mısraı içi yanarak okuyor:
Ve sokakta, başı önüne düşmüş, gözleri dalgın bir başka ihtiyar, bunun garip bir yangısı gibi, tekrar ediyor:
XXVI. Ortalık karışıyor
Birinci Umumî harp yaklaşıyor, Sarıpmar zelzelesi hâlâ hızını kaybetmemekle beraber, bazı günler gazetelerin ikinci, üçüncü sayfalarına düşerek yerinde «Ufku siyasî kararıyor». «Alman İmparatoru bir tehdit nutku söyledi», «Rusyada umumî seferberlik şayiaları» şeklinde korkunç başlıklar beliriyordu.
«Sancağı şerif» in hangi tarafa karşı dalgalanacağı henüz pek iyi bilinmediğinden İstabulda büyük bir siyasî faaliyet başlamıştı. Sefarethanelere ve büyük otellere her gün karadan |ve denizden alay alay misafirler ve seyyahlar geliyor, Tarab-yada danslı ziyafetler veriliyor, Babıâli koridorlarında ve gaze¬te idarehanelerinde spor elbiseli, kalın gözlüklü ve kunduralı | =%*• bir takım adamlar dolaşıyordu.
1 Bir sabah Nidayı Hak'ın baş sayfasında İstanbuldaki bazı zengin Cava ve Sümatra müslümanlarının «Sanpınardaki felâketzede kardeşlerin tehvini ıztırabı için» büyücek bir iane verdiklerine dair bir haber çıkmıştı. Ertesi gün Alman ve Avusturya sefirleri Dolmabahçe sarayına ve Babı âliye giderek Almanya İmparatoru İkinci Vilhelm ile Avusturya İmparatoru ve Macaristan Kralı Fransova Jozefin «Sarıpmar ahaliî islâmi-yesinin uğradığı ağır felâketten duydukları samimî teessürü arz ve Tanrının memaliki Osmaniyeyi bundan sonra bu gibi felâketlerden korunması temennisinde bulunduklarını beyana» memur olduklarını söylediler. Sefirler harap evlerin ve hele çökmüş cami ve minarelerin tamirine yardım için para da getiriyorlardı. Haftalardan beri nutuklar, makaleler, dualar ve davullarla bütün memlekette toplanabilmiş ianenin yekûnunu bir, iki defa geçmiş olmasına göre, göz kamaştırıcı bir para. Fakat bir Sancağı şerif, başta iki büyük boğazı ile bir memleket ve bir ordu satın almak hevesile sürülen bir pey olmasına göre, hiçin hiçi...