Bunu çok geçmeden Londra ve Parisin gözyaşları ve paralan takip etti. ,
Avrupa ile beraber gülmeyi ve ağlamayı âdet etmiş münevverler de yeni bir heyecanla bir hamle daha yapınca iane paraları gazete sütunlarına sığmamıya, oluklardan taşan bir bereket yağmuru halini almıya başladı.
* * * Dahiliye nazırı müsteşara:
— Yahu, ne yapacağız, dedi. Nasıl çıkacağı? bu işin içinden?
— Vallahi nasıl irade buyurursanız öyle olacak. Vali zelzele haberinin maalesef mübalâğalı olduğunu...
— Maalesef mi?
— Maalesef verilen yanlış haberlere raci... Kasabanın sapasağlam verinde durmasına sevinmekten başka ne yapılabilir?
— Peki, haberler yanlışmış da kendisi neden doğrusunu» vermemiş?
* "* "
"'—H-"—T-r
— O da kabahati mutasarrıfa yıkıyor. Daha doğrusu üstü örtülü olarak bize çatıyor. Kelimeleri aynen hatırlıyamıyacağım» emrederseniz bulup takdim ederim. Fakat meali şu: Mutasarrıf mızmız, hastalıklı bir kalem efendisidir. Burnunun dibindeki bir kazada, pek de bir inceliği olmıyan böyle
bir işin altından kalkacağını zannetmek benim bir hatam olmuştur. Birkaç defa kaldırılmasını istediğim halde, cevap bile verilmedi. Kelimeler bunlar değil tabiî...
Dahiliye nazırı gülümsedi:
— Olsa da ziyam yok. Daha odun gibilerini de kullanır o...
— Hülâsa vali kabahati mutasarrıfa yıkıyor, ayni zamanda da böyle cansız ve teşebbüssüz bir Babıâli efendisini başına musallat ettiğimiz için bize...
— Onun aklı ermez öyle şeylere, Matbuata bir şey söylemedik değil mi?
— Dört gün evvel bir tebliğ hazırladım. «Dursun» dediniz.
— Fena mı etmişim? Hülâsası: «fol yok, yumurta yok» olan bizim tebliğ İmparatorların padişah ve hükümeti taziye haber-lerile bir günde çıkacak, dünyaya karşı muazzam bir rezalet olacaktı. Allah sakladı bizi... Sen şimdi valiye bir yeni şifre yazarsın. Derhal Sarıpınara basıp gider. Geç bile kaldı şimdiye kadar... Buradaki yeni vaziyeti biliyor. Oradaki de malûm. Ortalama bir hal yolu bulup bu işi oluruna bağlar... Canım bunca iş arasında bu teferruatı da ben mi düşüneceğim? Hadi, dediğimi yap. Yazdığını mutlaka göreyim. Mamafih ben çıkacağım, arkamdan telefon edersin. Şayet evde bulamazsan?.. Eh bula-mayıverirsin.. ben görmesem de olur. Bunlar küçük işler...
— Dahiliye nazın bürosunun gözünden kâğıtlar ve sigara kutuları alırken birdenbire durdu:
— Dur yahu,, asıl mühim meseleyi unuttuk. İane paraları yığılıp kalıyor...
— Ben de onu arzedecektim.
— Nereden arzedecektin? Sen de unuttun. Bunlar dehşetli bir yekûn tutuyor. Başka para değil ki, kullanacak yer bulamayınca fasıl değiştirtelim... Hakikaten bu mesele...
— Evet, meseledir...
— Mesele ama, hepsini bir günde halledecek değiliz ya... Vali Sarıpınara gidedursun... Ya biz bir şey düşünürüz, ya o... Hadi kapandı şimdilik celse...
XXVII. Vali geliyor
Valinin telgrafı geldiği zaman kasaba iki gündenberi yeni bir dedikodu içinde çalkanıyordu. Meşrutiyet kıraathanesindeki rivayete göre, mesele şu idi: Ömer Beyle bağdaşan kaymakam vekili Eşref, ikide bir de onun çiftliğine giderek gece yarısına kadar kalıyor ve bazan da orada sabahladığı oluyordu. Cuma akşamı üç, beş ahbap arasında yine bir saz âlemi yapılmış, bir takım uygunsuz kadınlar getirtilerek oynatılmış ve sonunda bir kıskançlık kavgası çıkaran cemaat, biribirine girmiş ve tabancalar atılmıştı.
Çarşı kahvelerindeki rivayet, bundan epeyce farklı idi. Kavga Ömer Beyin misafirleri arasında değil, bu misafirlerle çiftlikte oynatılan kadınları zorla alıp götürmek istiyen deveciler arasında olmuştu. Biraz geç olmakla beraber daima havadisin en doğrusunu alan Ohanes eczanesine göre ise, meselenin şekli büsbütün değişiyordu: Uygunsuz kadınlar rivayeti de masaldı, bu kadınları almak istiyen deveciler ve atılan silâhlar da. O gece mecliste bir tek kadın vardı. Kızanlıklı. Naciye. Yardım heyetinden genç bir doktorla Eşref Naciyeyi biribirinden kıskanarak biribirlerini tokatlamışlar,
Bulgar kızını onlardan kıskanan Ömer Bey de, misafir falan demiyerek sabaha karşı her ikisini kapı dışarı etmişti.
Ömer Beyin çiftliği sapa bir yerde bulunduğundan birkaç el silâh atmak değil, iki ordu muharebe etse kimsenin işiteceği yoktu.
Asıl ehemmiyetli olan ikinci rivayete gelince: Kaymakam vekili bunu en kuvvetli bir delil ile yalanlamak için Ömer Beyi bir koluna doktoru, ötekine alarak günde birkaç nöbet çarşıyı 11'»'
dolaştığı halde kimseye fikrini değiştirtemiyordu. Zaten kasabada adını doğru basmaza çıkarmak için Ömer Beyle ahbap olmak kâfi idi.
Mutasarrıfın kızı hikâyesinin uydurma olduğunu öğrendikten sonra Halil Hilmi Efendinin Ohanese olan itimadı sıfıra inmişti. Bununla beraber, belki hoşuna gittiği için, o en ziyade üçüncü rivayete inanıyor, kendi hayalinden de buna bir parça bir şeyler katarak «Leh yahudisi suratlı sarartma oğlanın iri boy doktordan temiz bir dayak yediğini ve hükümet namusunu bir paralık ettiğini» tasavvur ediyordu. Nihayet kendisi gibi bir emir kulu olan Eşreften, şahsına karşı hiç bir fenalık ,ve hürmetsizlik görmediği halde, saklıyamadığı. bir sevinçle ellerini oğuşturuyor ve doktor Arif Beye: «Ne dersin doktor; ister misin biz halef, selef elele vererek bir ağızdan «Ey gaziler..» şarkısını çağıra çağıra memleketten çıkalım» diyordu.
Valinin yolda olduğu, haberi bu dedikoduyu birdenbire ikinci plâna atmış, daha doğrusu plân dışı etmişti. Herkes şimdi zelzele dram komedisinin, onun gelmesile başlıyacak olan son perdesini seyire hazırlanıyordu.
Kasabada en ziyade telâş edenlerden biri belediye reisi Reşit Beydi. Adamcağız bir çıkmaza saplanmıştı. Valiyi evine misafir etmek onun için bir aile namusu meselesiydi. Halbuki kendi evinin tavanları yaldızlar ve avizelerle süslü baş odasında sepetlenmesine imkân olmıyan başka bir misafir, mutasarrıf Hâmit Bey vardı. İster misiniz, yukarı sokakta güzel bir evi olan Nalcızade, hattâ Ömer Bey bir açıkgözlük ederek valiyi elinden kapsın!