“Yarın benimle dans edecek misin?” Söylemek istediği bu değildi. Onunla dans etmek istiyordu, ama aynı zamanda onun yanındayken hissettiği huzursuzluğu hiç istemiyordu. O anda hissettiği huzursuzluğu.
Kızın dudaklarının kenarları küçük bir gülümseme ile kıvrıldı. “Akşam,” dedi. “Sabah meşgul olacağım.”
Diğer ikisinden Perrin bağırdı. “Bir âşık mı!”
Egwene onlara döndü, ama Rand elini kızın koluna koydu. “Meşgul mü? Nasıl?”
Kız soğuğa rağmen pelerininin başlığını arkaya itti ve kayıtsızlıkla saçlarını omzunun üzerinden öne çekti. Rand onu son gördüğünde, saçları siyah dalgalar halinde omuzlarına düşüyor, yalnızca kırmızı bir kurdele onları yüzünden arkaya çekiyordu. Şimdi uzun bir örgü yapılmıştı.
Rand örgüye bir yılanmış gibi baktı, sonra, şimdi Otlak’ta yalnız duran, yarını bekleyen Bahar Direği’ne baktı. Sabah, evlenme çağı gelmiş bekar kadınlar Direk’in çevresinde dans edecekti. Rand yutkundu. Bir şekilde, kızın kendisi ile aynı zamanda evlenme çağına gireceği hiç aklına gelmemişti.
“İnsanın evlenecek yaşa gelmesi,” diye mırıldandı, “evlenmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Hemen değil.”
“Elbette hemen değil. Ya da aynı sebepten, asla.”
Rand gözlerini kırpıştırdı. “Asla mı?”
“Bir Hikmet asla evlenmez. Nynaeve bana ders veriyordu, biliyorsun. Yeteneğim olduğunu, rüzgarı dinlemeyi öğrenebileceğimi söylüyor. Nynaeve, yapabildiklerini söylemelerine rağmen her Hikmet’in rüzgarı dinlemeyi beceremediğini söylüyor.”
“Hikmet mi!” diye öttü Rand. Kızın gözlerindeki tehlikeli parıltıyı fark etmedi. “Nynaeve, en az elli yıl daha buranın Hikmet i olacak. Belki daha fazla. Hayatının kalanını onun çırağı olarak mı geçireceksin?”
“Başka köyler var,” diye yanıt verdi Egwene hararetle. “Nynaeve Taren’in kuzeyindeki köylerin, Hikmet’lerini hep uzaktan seçtiklerini söylüyor. Böylece köylüler arasında adam kayırması önleniyormuş.” Rand’ın keyfi, geldiği hızla soldu. “İki Nehir’in dışı mı! Seni bir daha asla göremeyebilirim.”
“Bu hoşuna gitmez miydi? Öyle ya da böyle, bir tercihin olduğu konusunda hiçbir işaret vermedin son zamanlarda.”
“Kimse İki Nehir’den ayrılmaz,” diye devam etti Rand. “Belki Taren Salı’ndan birileri, ama onlar zaten tuhaf. İki Nehir sakinleri hiç gitmez.”
Egwene çileden çıkmışcasına içini çekti. “Eh, belki ben de tuhafımdir. Belki hikayelerde dinlediğim yerlerden bazılarını görmek istiyorumdur. Bunu hiç düşündün mü?”
“Elbette düşündüm. Ben de bazen hayal kurarım, ama hayallerle gerçeklerin arasındaki farkı bilirim.”
“Ben bilmiyor muyum?” dedi kız öfkeyle ve sırtını döndü.
“Kastettiğim bu değildi. Kendimden bahsediyordum. Egwene?”
Kız, delikanlıyı dışarıda bırakan bir duvarmış gibi, pelerinine sarındı ve gergin gergin birkaç adım uzaklaştı. Rand hayal kırıklığı içinde başını ovaladı. Nasıl açıklayabilirdi? Kız, sözlerinden, Rand’ın asla içerdiğini düşünmediği anlamları, ilk kez çıkarmıyordu. Mevcut ruh hali içinde, yanlış bir adım her şeyi daha da kötü yapardı ve Rand söyleyeceği her şeyin yanlış bir adım olacağından emindi.
Mat ve Perrin o sırada geri döndü. Egwene onları görmezden geldi. Delikanlılar tereddütle ona baktılar, sonra Rand’a yaklaştılar.
“Moiraine Perrin’e de para vermiş,” dedi Mat. “Tıpkı bizimki gibi.” Durdu ve sonra ekledi, “Ve atlıyı da görmüş.”
“Nerede?” diye sordu Rand. “Ne zaman? Başka herhangi biri görmüş mü? Başkasına söyledin mi?”
Perrin yavaş bir hareketle iri ellerini kaldırdı. “Teker teker sor. Onu köyün kenarında, demirhaneyi izlerken gördüm. Dün, alacakaranlıkta. Beni baştan aşağı ürpertti. Luhhan Usta’ya söyledim, ama o baktığı zaman kimse yoktu. Gölge gördüğümü söyledi. Ama ateşi söndürürken ve aletleri kaldırırken en büyük çekicini hep yanında taşıdı. Bunu daha önce hiç yapmamıştı.”
“Demek sana inandı,” dedi Rand, ama Perrin omuz silkti.
“Bilmiyorum. Ona gölgeden başka bir şey görmediysem neden çekici yanında taşıdığını sordum. Kurtların köye inecek kadar cesurlaşması hakkında birşeyler söyledi. Belki gördüğümün bu olduğunu düşünmüştür, ama alacakaranlıkta bile bir kurt ile bir atlıyı ayırt edebileceğimi biliyor olmalı. Ben ne gördüğümü biliyorum ve kimse farklı bir şeye inanmamı sağlayamaz.”
“Ben sana inanıyorum,” dedi Rand. “Unutma, onu ben de gördüm.” Perrin, daha önce bundan emin değilmiş gibi, tatmin olmuş bir homurtu çıkardı.
“Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu Egwene aniden.
Rand birden daha alçak sesle konuşmuş olmayı diledi. Kızın dinlediğini fark etseydi bunu yapardı. Mat ve Perrin aptallar gibi sırıtarak ve birbirlerinin sözünü keserek siyah pelerinli atlıyı anlattılar, ama Rand sessiz kaldı. Sözleri bittiği zaman Egwene’in ne söyleyeceğini biliyordu.
“Nynaeve haklıymış,” dedi Egwene gökyüzüne doğru, iki delikanlı sustuğu zaman. “Hiçbiriniz anneninizin eteklerinden ayrılmaya hazır değilsiniz. İnsanlar ata biner, biliyorsunuz. Bu onları bir âşığın hikayesinden çıkmış bir canavar yapmaz.” Rand başını salladı; tıpkı düşündüğü gibiydi. Kız ona döndü. “Ve sen bu masalları yayıyorsun. Bazen aklın hiç çalışmıyor, Rand al’Thor. Sen çocukları korkutarak dolaşmadan da kış yeterince korkutucuydu.”
Rand ekşi ekşi yüzünü buruşturdu. “Ben hiçbir şey yaymıyorum, Egwene. Ama ne gördüysem gördüm ve bu, kaçan ineğini arayan bir çiftçi değildi.”
Egwene derin bir nefes aldı ve ağzını açtı, ama ne söylemeye niyetlendiyse, bu, hanın kapısının açılması ve dağınık, beyaz saçlı bir adamın kovalanıyormuş gibi telaşla dışarı çıkması ile unutuldu.
4
ÂŞIK
Hanın kapısı, beyaz saçlı adamın arkasından vurularak kapandı. Adam dönüp dik dik kapıya baktı. Zayıftı, omuzları çökmüş olmasa uzun boylu olacaktı, ama yaşını inkar edecek bir çeviklikle hareket ediyordu. Pelerini tuhaf şekillere ve büyüklüklere sahip, en uf ak esinti ile dalgalanan, rengarenk yamalardan bir yığındı. Rand, al’Vere Efendi ne derse desin, pelerinin oldukça kalın olduğunu, yamaların sırf süs olsun diye üzerine dikildiğini gördü.
“Âşık!” diye fısıldadı Egwene heyecanla.
Beyaz saçlı adam, pelerini dalgalanarak hızla döndü. Uzun ceketi, tuhaf, bol kol yenlerine ve büyük ceplere sahipti. Başındaki saçlar kadar beyaz, gür bıyıkları, ağzının çevresinde kıpırdanıyordu ve yüzü zor zamanlar görmüş bir ağaç gibi boğum boğumdu. Uzun saplı, ince oymalı, dumanlar çıkaran bir pipo kullanarak azametle Rand’a ve diğerlerine işaret etti. Çalı gibi kaşların altındaki mavi gözleri, üzerine düştüğü her şeyi delercesine bakıyordu.
Rand, adamın gözlerini de geri kalanını incelediği kadar inceledi. İki Nehir’de herkesin gözleri koyu renkti. Tüccarların, koruyucuların, gördüğü herkesin çoğunun da öyle. Congarlar ve Coplinler, Rand’ın gri gözleri ile alay edip durmuşlardı. Sonunda Rand Ewal Coplin’in burnunu yumruklayana kadar; Hikmet bu yüzden onu iyice paylamıştı. Rand, kimsenin koyu renk gözlerinin olmadığı bir yer var mı, merak ediyordu. Belki Lan da oradan geliyordur.
“Burası nasıl bir yer?” diye sordu Âşık, her nasılsa sıradan bir adamınkinden daha yüksek gelen, gür bir sesle. Açık havada bile büyük bir odayı doldurur, duvarlardan yankılanır gibi geliyordu. “Tepedeki köyün hödükleri bana buraya karanlıktan önce ulaşabileceğimi söylediler, ama ancak öğleden önce yola çıkarsam bunu başarabileceğimi söylemeyi unuttular. Sonunda, iliklerime kadar üşümüş, sıcak bir yatağa muhtaç bir halde, gelmeyi başardığımda, hancınız sanki ben gezgin bir domuz çobanıymışım, sanki Köy Kurulunuz Festivalinizde sanatımı sergilemem için ayaklanma kapanmamış gibi, saat hakkında homurdandı durdu. Ve bana, Belediye Başkanı olduğunu söyleme zahmetine bile katlanmadı.” Nefes almak için yavaşladı, dik bakışları ile hepsini taradı, ama sonra hemen yine başladı. “Ateşin önünde pipomu tüttürmek ve bir kupa bira içmek için aşağı indiğimde, salondaki her adam, sanki borç istemeye gelmiş, en sevmedikleri kayınbiraderleriymişim gibi bana baktı. İhtiyar bir dede ne tür hikayeler anlatmam ya da anlatmamam gerektiği konusunda söylev çekmeye başladı, sonra bir kız çocuğu dışarı çıkmamı haykırdı ve hoşuna gidecek kadar hızlı hareket etmeyince koca bir sopa ile beni tehdit etti. Bir âşığa böyle davranıldığı nerede görülmüş?”