Bir süre yerdeki dalları ayaklarının altında çıtırdatarak ilerledikten sonra yavaşladı, kızardığını görecek kimse olmadığı için memnun oldu. Sessiz olması gerekiyordu ve Muhafız ile yarış halinde değildi. Ah, öyle mi?
Bu düşünceyi aklından çıkardı ve karanlık ağaçlıkta yolunu bulmaya yoğunlaştı. Bu tek başına zor değildi, batmakta olan ayın solgun ışığı babasının ders verdiği herkes için yeterden de fazlaydı ve zemin hafif bir eğime sahipti. Ama gece gökyüzünün önündeki çıplak ağaçlar ona devamlı bunun bir çocuk oyunu olmadığını hatırlatıyordu. Keskin rüzgarın çıkardığı ses, Trolloc borularına çok benziyordu. Artık karanlığın içinde yalnız olduğundan, bu kış İki Nehir’de insanlardan kaçan kurtların farklı davrandığını hatırladı.
Sonunda at kokusu aldığında rahatlama duygusu içini sıcak sıcak doldurdu. Nefesini tutarak karın üstü uzandı ve rüzgara yüzünü vererek kokuya doğru süründü.
Nöbetçileri gördüğünde, beyaz pelerinleri rüzgarda dalgalanarak, ay ışığı altında neredeyse parlayarak ona doğru yürüyorlardı. Meşale taşısalar da olurdu; meşale ışığı bile onları daha görülür kılamazdı. Nynaeve yerinde dondu, kendini yerin bir parçası kılmaya çalıştı. Nöbetçiler önünde, yaklaşık on adım ötede, yüz yüze geldiler. Mızrakları omuzlarında, ayaklarını vurarak durdular. Genç kadın ötelerinde atların gölgelerini görebiliyordu. Ortalıkta ağır bir ahır, at ve dışkı kokusu vardı.
“Gecenin içinde her şey yolunda,” diye bildirdi beyaz pelerinli bir şekil. “Işık bizi aydınlatsın ve Gölge’den korusun.”
“Gecenin içinde her şey yolunda,” diye yanıt verdi diğeri. “Işık bizi aydınlatsın ve Gölge’den korusun.”
Bundan sonra döndüler ve yine karanlığın içine yürümeye başladılar.
Nynaeve, nöbetçiler iki tur atana kadar içinden sayarak bekledi. Her seferinde aynı sürede döndüler ve her seferinde sert sert aynı şeyleri söylediler, ne bir sözcük eksik, ne bir sözcük fazla. Hiçbiri yanlara bakmadı; yürürken, sonra uzaklaşırken dümdüz önlerine bakıyorlardı. Nynaeve ayakta duruyor olsa fark edip etmeyeceklerini merak etti.
Gece pelerinlerinin solgun dalgalarını üçüncü kez yutmadan önce ayağa kalkmış, eğilerek atlara doğru koşmaya başlamıştı bile. Yaklaştığında hayvanları korkutmamak için yavaşladı. Beyazcübbe nöbetçiler burunlarının dibinde olan biteni görmeyebilirlerdi, ama atlar aniden kişnerse kesinlikle araştırırlardı.
Kazıklara gerilmiş bir ip boyunca dizilmiş atlar –birden fazla sıra vardı– karanlıkta başlarını eğmiş, zar zor fark edilen yığınlardı. Zaman zaman içlerinden biri uykusunda burnundan hızla nefes veriyor ya da ayağını yere vuruyordu. Loş ay ışığı altında Nynaeve kazıklardan birinin yakınında olduğunu gördü. İpe uzandı ve en yakındaki at başını kaldırıp ona bakınca yerinde dondu. Atın ipi kazıkta biten başparmağı kalınlığındaki kılavuz halata geniş bir halka halinde bağlanmıştı. Tek bir kişneme. Nynaeve’in yüreği göğsünden fırlamaya, nöbetçilerin dikkatini çekecek kadar yüksek sesle çarpmaya çalıştı.
Nynaeve gözlerini attan ayırmadan, bıçağının ucunu yoklayarak, ne kadar kestiğini anlamaya çalışarak halatı kesti. At başını salladı ve genç kadının içi buz kesti. Yalnızca tek bir kişneme.
Parmaklarının altında yalnızca birkaç ince kenevir ipi kaldı. Yavaşça, atı görmez olana kadar izleyerek bir sonraki halata gitti, sonra titrek bir nefes aldı. Hepsi o ata benziyorsa, sonuna kadar gidebileceğini sanmıyordu.
Ama bir sonraki kazık halatında ve bir sonrakinde, bir sonrakinde atlar uyumaya devam etti. Hattâ parmağını kesip çığlığını bastırdığı zaman bile. Kesiği emerek ihtiyatla geldiği yöne baktı. Yüzünü rüzgara verdiğinden, askerlerin ne konuştuğunu duyamıyordu, ama doğru yerdeyseler onlar onu duyabilirdi. Gürültünün ne olduğunu görmek için gelirlerse, rüzgar tepesine dikilene kadar onları duymasını engellerdi. Gitme zamanı. Beş atın dördü kaçarken kimseyi kovalayamazlar.
Fakat yerinden kıpırdamadı. Yaptığı şeyi duyduğu zaman Lan’in gözlerinde belirecek bakışı hayal edebiliyordu. İçlerinde suçlama olmayacaktı; genç kadının mantığı sağlamdı ve adam ondan daha fazlasını beklemiyor olacaktı. O bir Hikmet’ti, kendini görünmez kılabilen büyük, sarsılmaz, lanet bir Muhafız değil. Çenesini çıkararak son halata yöneldi. Üzerindeki ilk at Bela’ydı.
O alçak, uzun tüylü şekli tanımaması imkansızdı; şimdi, burada, aynı görünüşte bir at olması fazla büyük bir tesadüf olacaktı. Nynaeve son halatı bırakmadığı için o kadar memnun hissetti ki, titremeye başladı. Elleri ve kolları o kadar sallanıyordu ki, halata dokunmaya korktu, ama zihni Badeçay Suyu kadar berraktı. Kampta oğlanlardan hangisi varsa, Egwene de yanındaydı. Ve atlara çifter çifter binerek kaçmaya kalkarlarsa, atları ne kadar dağılmış olursa olsun Çocuklar onları yakalardı ve bazıları ölürdü. Genç kadın bundan, rüzgarı dinlemiş kadar emindi. Bu karnına bir korku çivisi sapladı, nasıl emin olduğu korkusu. Bunun hava durumu, ekinler ya da hastalıkla ilgisi yoktu. Neden Moiraine bana Güç’ü kullanabildiğimi söyledi? Neden beni rahat bırakmadı?
Tuhaf bir şekilde, korku, titremesini durdurdu. Kendi evinde bitki dövüyormuş gibi emin ellerle halatı kesti. Hançeri kınına sokarak Bela’nın ipini çözdü. Uzun tüylü kısrak irkilerek uyandı, başını salladı, ama Nynaeve burnunu okşayarak kulağına rahatlatıcı sözler söyledi. Bela alçak sesle nefes verdi ve tatmin olmuş göründü.
Halata bağlı başka atlar da uyanmış, ona bakıyorlardı. Nynaeve Mandarb’ı hatırlayarak, tereddütle Bela’nın yanındaki ata uzandı, ama atın yabancı bir ele itirazı yoktu. Tam tersine, Bela’nın okşamalarından kendine de istiyordu. Genç kadın, Bela’nın dizginlerini sıkı sıkı tuttu ve kampı endişeyle izleyerek diğer dizgini diğer bileğine sardı. Beyaz çadırlar yalnızca otuz metre uzaktaydı ve aralarında adamlar dolaştığını görebiliyordu. Atların kıpırdandığını görüp sebebini anlamak için gelirlerse…
Çaresizce Moiraine’in dönüşünü beklememesini diledi. Aes Sedai her ne yapacaksa, şimdi yapmalıydı. Işık, ne olur şimdi yapsın, bu adamlar…
Aniden yukarıdaki gökyüzü bir yıldırımla bölündü ve bir anlığına karanlığı yok etti. Gökgürültüsü kulaklarında patladı, o kadar şiddetliydi ki, dizlerinin tutmayacağını sandı. Üç dişli bir yıldırım atların biraz ötesinde yere çarptı, çevreye taş ve toprak yağdırdı. Yırtılan toprağın çatırtısı gökgürültüsü ile yarıştı. Atlar çılgına döndü, kişneyerek şahlanmaya başladılar; halatlar kestiği yerlerden iplik gibi koptular. Daha ilkinin imgesi solmadan ikinci bir yıldırım havayı yardı.
Nynaeve’in sevinmeye zamanı yoktu. İlkinde Bela bir yana çekerken ikinci at öbür yana doğru şahlanmıştı. Nynaeve kollarının omuzlarından kopacağını sandı. Sonsuz bir an boyunca atların arasında ayakları havada, asılı kaldı. Çığlığı ikinci çatırtı ile boğuldu. Yıldırım, gökyüzünden inen tek bir daimi kükreme halinde defalarca düştü. Atlar, istedikleri yöne gidemeyince geri döndüler ve genç kadını yere indirdiler. Nynaeve yere çöküp omuzlarını ovalamak istiyordu, ama zaman yoktu. Bela ve diğer at gözlerini akları görünecek kadar açarak onu sarsıyor, yere devirip ezmekle tehdit ediyorlardı. Bir şekilde kollarını kaldırmayı başardı, Bela’nın yelesini yakaladı ve nefes nefese kısrağın sırtına tırmandı. Diğer dizgin hâlâ bileğine dolanmış, derisine sıkı sıkı sarılmıştı.