“Benden çok uzun süre saklandın.”
Nefesi boğazında hırlayarak hızla masaya sırtını verdi. Bir an önce yalnızdı, ama şimdi pencerelerin önünde Ba’alzamon duruyordu. Konuşurken gözlerinin ve ağzının yerini alevden mağaralar alıyordu.
“Çok uzun süre, ama artık değil.”
“Seni reddediyorum,” dedi Rand boğuk sesle. “Üzerimde gücün olduğunu inkar ediyorum. Var olduğunu inkar ediyorum.”
Ba’alzamon gür bir ateş kükremesi sesi ile güldü. “Bu kadar kolay olduğunu mu sanıyorsun? Ama zaten, hep öyle düşündün. Her seferinde bu şekilde durduk ve sen bana meydan okuyabileceğini sandın.”
“Ne demek her seferinde? Seni reddediyorum!”
“Hep edersin. Başlangıçta. Aramızdaki bu çekişme daha önce sayısız kere yaşandı. Her seferinde yüzün ve ismin farklı oluyor, ama her seferinde sensin.”
“Seni reddediyorum.” Çaresiz bir fısıltıydı.
“Her seferinde, o cılız gücünle bana karşı koyuyorsun ve her seferinde, sonunda, içimizden kimin efendi olduğunu anlıyorsun. Çağ be Çağ, önümde diz çöküyorsun ya da diz çökmeye gücün olduğunu dileyerek ölüyorsun. Zavallı aptal, benim karşımda asla kazanamazsın.”
“Yalancı!” diye bağırdı Rand. “Yalanların Babası. Bundan daha iyisini yapamıyorsan, Aptalların babası. İnsanlar seni son Çağ’da, Efsaneler Çağı’nda buldu ve seni ait olduğun yerde tutsak etti.”
Ba’alzamon yine güldü, alayla, kahkaha ardına kahkaha attı, ta ki Rand, kulaklarını tıkamak isteyene kadar. Ellerini yanında durmaya zorladı. Boşluk olsa da, olmasa da, kahkaha sonunda sona erdiği zaman elleri titriyordu.
“Seni solucan, hiçbir şey bilmiyorsun. Bir kayanın altındaki böcek kadar cahilsin ve aynı ölçüde kolayca ezilebilirsin. Bu mücadele yaratım anından beri sürüyor. İnsanlar hep bunun yeni bir savaş olduğunu düşünür, ama aslında yeniden keşfedilmiş aynı eski savaştır. Ama artık zamanın rüzgarları üzerinde değişim esiyor. Değişim. Bu sefer geri dönüş olmayacak. O kibirli Aes Sedailer bana karşı durabileceğini sanıyor. Onları zincire vurup, emirlerimi yerine getirmeleri için çıplak dolaştıracağım ya da ruhlarını sonsuza dek haykırsınlar diye Kıyamet Çukuru’na atacağım. Şu anda bana hizmet etmekte olanlar dışında hepsini. Onlar benden bir adım aşağıda duracak. Onlarla durmayı, bütün dünyanın ayaklarının altında yaltaklanmasını seçebilirsin. Bir kez daha, son bir kez daha öneriyorum sana. O seçimi yaptığın zamanlar oldu, gücünü anlayacak kadar uzun yaşadığın zamanlar.”
Onu inkar et! Rand inkar edebileceği şeye tutundu. “Hiçbir Aes Sedai sana hizmet etmiyor. Bu da yalan!”
“Sana böyle mi dediler? İki bin yıl önce Trolloclarımı dünyaya gönderdim ve Aes Sedailer arasında bile ümitsizliği tanıyan, Shai’tan’ın önünde dünyanın direnemeyeceğini anlayan kişiler buldum. İki bin yıl boyunca Kara Ajahlar diğerlerinin arasında, gölgelerin içinde görülmeden yaşadı. Belki sana yardım ettiğini iddia edenler bile.”
Rand içine doluşan kuşkuları silkeleyip atmaya çalışarak başını iki yana salladı. Moiraine hakkında, Aes Sedai’nin ondan ne istediği, onunla ne yapmayı planladığı hakkında kuşkular. “Benden ne istiyorsun?” diye haykırdı. İnkar et! Işık, inkar etmeme yardım et!
“Diz çök!” Ba’alzamon ayaklarının dibindeki yere işaret etti. “Diz çök ve efendin olduğumu kabul et! Sonunda edeceksin. Benim yaratığım olacaksın, yoksa öleceksin.”
Son söz odada yankılandı, çoğaldı, çoğaldı, ta ki, Rand bir darbeyi savuşturmak ister gibi kollarını kaldırıp başını örtene kadar. Sendeleyerek geriledi, masaya çarptı, kulaklarındaki sesi boğmaya çalışarak bağırdı. “Hayııııır!”
Haykırırken döndü, figürleri yere süpürdü. Bir şey eline battı, ama görmezden geldi, kil figürleri şekilsiz yığınlar haline gelene kadar ezdi. Ama haykırışı sona erdiği zaman yankı hâlâ oradaydı ve gittikçe güçleniyordu:
öleceksin-öleceksin-öleceksin– öleceksin-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL– ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL-ÖL
Ses anafor gibi onu çekti, içine sürükledi, zihnindeki boşluğu paramparça etti. Işık loşlaştı ve görüş açısı daralarak bir tünel oldu, ucundaki son parlak ışıkta Ba’alzamon duruyordu, küçüldü, küçüldü, tırnak kadar oldu, sonra kayboldu. Yankı, Rand’ın çevresinde döndü, döndü, karanlığa ve ölüme alçaldı.
Yere düşerken çıkan gümbürtü Rand’ı uyandırdı. O karanlıktan çıkmaya çabaladı. Oda karanlıktı, ama rüyasındaki kadar karanlık değil. Çılgınca aleve odaklanmaya çalıştı, korkularını içine boşalttı, ama boşluğun sükuneti ondan kaçındı. Kollarından ve bacaklarından titremeler geçiyordu, ama kan kulaklarını dövmeyi bırakana kadar alev imgesine tutundu.
Mat yatağında dönüyor, kıvranıyor, uykusunda inliyordu. “… seni inkar ediyorum, inkar ediyorum, inkar ediyorum…” Sönerek anlamsız mırıltılara dönüştü.
Rand onu uyandırmak için elini uzattı ve ilk dokunuşu ile Mat boğuk bir homurtu çıkararak doğrulup oturdu. Bir dakika boyunca vahşice çevresine bakındı, sonra uzun, titrek bir nefes aldı ve başını iki elinin arasında eğdi. Aniden döndü, yastığının altını yokladı, sonra yakut kabzalı hançeri iki eliyle göğsüne bastırarak uzandı. Başını çevirip Rand’a baktı. Yüzü gölgelerin içinde gizlenmişti. “O döndü, Rand.”
“Biliyorum.”
Mat başını salladı. “Üç figür vardı…”
“Ben de gördüm.”
“Kim olduğumu biliyor, Rand. Hançerli figürü aldım ve, ‘İşte sen osun,’ dedi. Ve bir daha baktığımda figürde benim yüzüm vardı. Benim yüzüm, Rand! Doğal deri gibi görünüyordu. Dokunduğum zaman elime öyle geliyordu. Işık bana yardım etsin, o şekil benmişim gibi kendi elimin beni tuttuğunu hissedebiliyordum.”
Rand bir an sessiz kaldı. “Onu inkar etmeye devam etmelisin, Mat.”
“Ettim ve bana güldü. Sonsuz bir savaştan bahsedip durdu, daha önce o şekilde bin kez karşı karşıya geldiğimizi ve… Işık, Rand, Karanlık Varlık beni biliyor.”
“Aynı şeyleri bana da söyledi. Bildiğini sanmıyorum,” diye ekledi yavaşça. “Hangimiz olduğunu bildiğini sanmıyorum…” Hangimiz ne?
Eline yaslanarak doğrulurken eli acıdı. Masaya yöneldi, üç denemeden sonra mumu yakmayı başardı, sonra ışığın altında elini açtı. Avucunda siyah tahta bir kıymık vardı, bir tarafı pürüzsüz ve cilalıydı. Nefes almadan ona baktı. Aniden nefes nefese kaldı, kıymığı çekti, telaşı içinde çıkarmayı beceremedi.
“Ne oldu?” diye sordu Mat.
“Yok bir şey.”
Sonunda kıymığı çıkarmayı başardı. Tiksinti içinde bıraktı, ama homurtusu boğazında dondu. Kıymık elinden çıkar çıkmaz yok olmuştu.
Ama yara hâlâ oradaydı ve kanıyordu. Seramik sürahide su vardı. Lavaboyu doldurdu. Elleri o kadar titriyordu ki, masanın üzerine su sıçrattı. Telaşla ellerini yıkadı, parmağı daha fazla yanana kadar ellerini ovuşturdu, sonra yine yıkadı. Derisinde minicik bir kıymık kalmış olması düşüncesi bile onu dehşete düşürüyordu.
“Işık,” dedi Mat, “benim de kendimi kirli hissetmeme sebep oldu.” Ama iki eliyle hançeri tutarak yattığı yerde kaldı.
“Evet,” dedi Rand. “Kirli.” Lavabonun arkasındaki yığından bir havlu aldı. Kapı çalınınca yerinde sıçradı. “Evet?” dedi.
Moiraine başını içeri soktu. “Çoktan uyanmışsınız. Güzel. Hemen giyinin ve aşağı inin. Gün doğmadan uzaklaşmış olmalıyız.”
“Şimdi mi?” diye inledi Mat. “Daha bir saat bile uyumadık.”
“Bir saat mi?” dedi kadın. “Dört saattir uyuyorsunuz. Acele edin, fazla zamanımız yok.”