Выбрать главу

“Benim anlatmaya çalıştığım…” diye başladı Rand.

Hikmet sözünü kesti. “Aes Sedai Egwene ve benim de Desen’in parçası olduğumuzu söylüyor. Hepimiz siz üçünüzle beraber dokunuyormuşuz. Ona inanılacak olursa, Desen’in o parçasında Karanlık Varlık’ı durdurabilecek bir şey olabilirmiş. Ve korkarım ona inanıyorum; o kadar çok şey oldu ki, inanmamak güç. Ama Egwene ve ben sizden ayrılırsak, Desen’de neyi değiştirebiliriz ki?”

“Ben yalnızca…”

Nynaeve, yine keskin bir sesle sözünü kesti. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum.” Genç kadın bakışlarını Rand’a dikti ve Rand sonunda eyerinde huzursuzca kıpırdanmaya başladı. Nynaeve’in yüzü o zaman yumuşadı. “Ne yapmaya çalıştığını biliyorum, Rand. Aes Sedailerden pek hoşlanmıyorum, hele bundan hiç, sanırım. Afet’e gitme fikrini ise hiç sevmiyorum, ama Yalanların Babası’ndan nefret ediyorum. Siz oğlanlar… siz erkekler başka bir şey yapabilecekken yapılması gerekeni yapabiliyorsanız, sence neden ben daha azını yapayım? Ya da Egwene?” Yanıt bekliyormuş gibi görünmüyordu. Dizginlerini toparlayarak ileride duran Aes Sedai’ye kaşlarını çattı. “Bu Fal Dara denilen yere yakında mı ulaşacağız, yoksa geceyi burada, açıkta mı geçireceğiz merak ediyorum.”

O Moiraine’e doğru seyirtirken Mat, “Bize erkek dedi. Daha dün bize annemizin eteğinden ayrılmamamız gerektiğini söylüyordu, ama şimdi bize erkek diyor.”

“Siz yine de annenizin eteklerinden ayrılmamalısınız,” dedi Egwene, ama Rand, kızın içten konuştuğunu düşünmüyordu. Kız Belayı Rand’ın atına yanaştırdı ve diğerleri duymasın diye sesini alçalttı. Ama Mat yine de dinlemeye çalıştı. “Aram’la yalnızca dans ettim, Rand,” dedi yumuşak sesle, ona bakmadan. “Bir daha hiç görmeyeceğim birisi ile dans etmeme aldırmazsın, değil mi?”

“Hayır,” dedi Rand ona. Şimdi bu konuyu neden açtı? “Elbette aldırmam.” Ama aniden Baerlon’da Min’in söylediği bir şeyi hatırladı. Sanki yüzyıl önce olmuş gibi geliyordu. Sen onun, o senin için değilsiniz, ikinizin de istediği şekilde değil.

Fal Dara kasabası, çevredeki araziden daha yüksek tepelerin üzerinde inşa edilmişti. Caemlyn kadar büyük değildi, ama kasabayı çevreleyen duvar Caemlyn’inki kadar yüksekti. O duvarın dışında, bir buçuk kilometrelik alanda zeminde otlardan daha yüksek her şey ya temizlenmiş, ya da kısa kesilmişti. Hiçbir şey tepeleri tahta perdelerle çevrilmiş yüksek kulelerden görülmeden duvarlara yaklaşamazdı. Caemlyn duvarlarının güzelliğine karşılık, Fal Dara inşaatçıları, duvarlarının güzel bulunup bulunmamasına aldırmamış gibiydi. Gri taşlar sert ve aşılmaz görünüyor, yalnızca tek bir amaç için var olduklarını ilan ediyorlardı: dayanmak için. Tahta perdelerin tepesindeki flamalar rüzgarda dalgalanıyor, Shienar’ın avına çullanan Siyah Şahin’in duvarlar boyunca uçarmış gibi görünmesini sağlıyordu.

Lan, pelerininin başlığını arkaya attı ve soğuğa rağmen diğerlerinin de aynısını yapmasını işaret etti. Moiraine, kendi başlığını çoktan çıkarmıştı. “Shienar’da kuraldır,” dedi Muhafız. “Tüm Sınırboyları’nda. Kimse bir kasabanın duvarlarının içinde yüzünü saklayamaz.”

“Herkes o kadar yakışıklı mı?” Mat bir kahkaha attı.

“Yüzü açıktayken bir Yarı-insan saklanamaz,” dedi Muhafız düz bir sesle.

Rand’ın yüzündeki sırıtma silindi. Mat telaşla başlığını arkaya attı.

Yüksek, siyah demirlerle kaplı kapılar açık duruyordu, ama bir düzine zırhlı, Siyah Şahin resimli sarı cüppeli adam nöbet tutuyordu. Uzun kılıçlarının kabzaları omuzlarının üzerinden görünüyordu. Her birinin belinde palalar, topuzlar ya da baltalar asılı duaıyordu. Atları yakına bağlanmıştı, göğüslerini, boyunlarını ve başlarını kaplayan çelik levhalarla garip görünüyorlardı. Üzengilerine mızraklar takılmış, hemen yola çıkmaya hazır gibiydiler. Nöbetçiler Lan, Moiraine ve diğerlerini durdurmaya kalkmadı. Tam tersine mutluluk içinde el salladılar ve seslendiler.

“Dai Shan!” diye bağırdı biri onlar geçerken, çelik eldivenli yumruğunu sallayarak. Dai Shan!”

Başkaları sesini yükseltti, “Övgüler İnşa Edenlere!” ve “Kisera ti Wansho!” Loial şaşırmış göründü, sonra yüzü geniş bir gülümseme ile bölündü ve nöbetçilere el salladı.

Bir adam kısa bir süre Lan’in atının yanında, üzerindeki zırha aldırmadan koştu. “Altın Turna yine uçacak mı, Dai Shan?”

“Barış, Ragan,” dedi Muhafız yalnızca ve adam durdu. Lan nöbetçilerin el sallamalarına karşılık verdi, ama yüzü aniden daha da sertleşmişti.

İnsan ve araba dolu taş döşeli sokaklarda ilerlerlerken, Rand endişeyle kaşlarını çattı. Fal Dara, dikişlerini zorlayan bir çuval gibiydi, ama buradakiler ne Caemlyn’dekiler gibi didişirken bile şehrin ihtişamının zevkini çıkaran insanlardı, ne de Baerlon’daki dolanıp duran kalabalıklardı. Sırt sırta kasabaya doluşmuş bu insanlar ağır gözlerle ve duygusuz yüzlerle grubun geçişini izliyordu. Karmakarışık ev eşyaları ile ağzına kadar dolu yolcu ve yük arabaları sokakları ve caddelerin yarısını doldurmuştu. Oymalı sandıklar öyle doluydu ki, giysiler yanlardan fışkırıyordu. En tepede çocuklar oturuyordu. Yetişkinler, ufaklıkları görülebilecekleri bir yerde tutuyor, oynamak için bile uzaklaşmalarına izin vermiyordu. Çocuklar büyüklerden daha sessizdi. Gözleri daha iri, bakışları daha etkileyiciydi. Arabaların arasındaki aralık ve köşeler uzun tüylü sığırlarla, eğreti çitlerin içindeki siyah benekli domuzlarla doluydu. Tavuk, ördek ve kaz sandıkları insanların sessizliğini telafi ediyordu. Rand artık onca çiftçinin nereye gittiğini biliyordu.

Lan kasabanın ortasındaki kaleye, en yüksek tepedeki dev bir taş yığınına yöneldi. Kalenin kuleli duvarlarını derin, geniş, dibi keskin, çelik, adam boyunda kazıklarla çevrili kuru bir hendek çevreliyordu. Kasabanın geri kalanı düşecek olursa, son savunma mevkisi burası idi. Kapının yanındaki kulelerden zırhlı bir adam seslendi, “Hoşgeldin, Dai Shan.” Bir başkası kalenin içinde bağırdı, “Altın Turna! Altın Turna!”

Asma köprüden geçerlerken, atlarının toynakları tahtaları dövdü. Kafesli kale kapısının keskin kazıklarının altından geçtiler. İçeri girince Lan atından indi, Mandarb’ın dizginlerini tuttu ve diğerlerine de atlarından inmelerini işaret etti.

İlk avlu iri taş bloklarla kaplanmış dev bir kareydi ve duvarın dışındakiler kadar vahşi görünümlü kule ve siperlerle çevriliydi. Ne kadar büyük olsa da, avlu da sokaklar kadar kalabalıktı ve aynı ölçüde kargaşa içindeydi, ama buradaki kalabalık düzenliydi. Her yerde zırhlı adamlar ve zırhlı atlar vardı. Avlunun kenarlarındaki yarım düzine demircide çekiçler takırdıyor, her birinde ikişer deri önlüklü adamın işlettiği iri körükler demirhane ateşlerinin kükremesini sağlıyordu. Oğlan çocukları, yeni yapılmış at nalları ile nalbantlara koşuyorlardı. Okçular oturmuş ok yapıyorlar, bir sepet dolar dolmaz kaldırılıp, boş bir sepetle değiştiriliyordu.

Siyah ve altın renkli üniformalı uşaklar gülümseyerek belirdi. Rand telaşla eyerin arkasına bağlı eşyalarını çözdü ve zırhlı bir adam resmi bir şekilde eğilirken uşaklardan birine teslim etti. Adamın zırhının üzerinde, göğsü Siyah Şahin işlemeli, kırmızı kenarlı, parlak sarı bir pelerin ile gri baykuş resimli sarı bir tunik vardı. Miğfer takmamıştı ve tepesinde deri bir şerit ile bağlanmış bir tutam saç dışında kafası tamamen tıraşlanmıştı. “Çok zaman oldu, Moiraine Aes Sedai. Seni yeniden görmek güzel, Dai Shan. Çok güzel.” Loial’a eğilerek mırıldandı, “Tüm Övgüler İnşa Edenlere. Kiserai ti Wansho.”