Tam mumlar konusunda cömert davranmıştı ve büyük, taş şöminede bir ateş çıtırdıyordu, bu yüzden oturma odası sıcak, neşeli bir his veriyordu. Odada şömine dışında geniş, meşe bir masa vardı. On iki, hattâ daha fazla kişinin oturabileceği kadar uzun bir masa, ama Rand’ın annesi öldüğünden beri nadiren o kadar kişi o masanın başında toplanmıştı. Tam’in beceriyle yaptığı birkaç dolap ve sandık, duvarların dibine dizilmişti. Masanın çevresinde yüksek sırtlı sandalyeler vardı. Tam’in okuma sandalyesi adını verdiği yaslıklı sandalye ateşe dönük duruyordu. Rand o ateşin önündeki halıya uzanarak okumayı tercih ediyordu. Kapının yanındaki kitap rafları Badeçay Hanı’ndakiler kadar uzun değildi, ama kitap bulmak zordu. Pek az çerçi birkaç kitaptan fazlasını taşırdı ve onların da isteyen herkese ödünç verilmesi gerekirdi.
Oda, çoğu çiftçi karısının evleri kadar temiz görünmese de –Tam’in pıpoluğu ve Uzakgezgini Jain’in Yolculukları kitabı masanın üzerinde duruyordu, bir başka ahşap ciltli kitap okuma sandalyesinin yastığının üzerinde yatıyordu; onarılacak bir koşum parçası şöminenin yanındaki sırada duruyordu ve yamanacak bazı gömlekler sandalyenin üzerine yığılmıştı– o kadar lekesiz olmasa da, yine de yeterince temiz ve düzenliydi, ateş kadar sıcak ve huzur verici bir yaşanmışlık hissi taşıyordu. Burada, duvarların ötesindeki soğuğu unutmak mümkündü. Burada sahte Ejder yoktu. Savaşlar ve Aes Sedailer yoktu. Siyah pelerinli adamlar yoktu. Ateşin üzerindeki yahni tenceresinden yükselen kokular odaya yayılıyor, Rand’ı kurt gibi acıktırıyordu.
Babası, uzun saplı, tahta bir kaşıkla yahni tenceresini karıştırdı. “Biraz daha pişsin.”
Rand ellerini ve yüzünü yıkamaya seyirtti; kapının yanındaki masanın üzerinde bir lavabo ve bir sürahi vardı. Asıl istediği, teri ve dışarının soğuğunu yıkayıp götürecek sıcak bir banyoydu, ama önce arka odadaki büyük güğümü ısıtmaları gerekecekti.
Tam, bir dolabın arka taraflarını araştırdı ve eli kadar uzun bir anahtar buldu. Kapının üzerindeki iri, demir kilide soktu ve çevirdi. Rand’ın sorarcasına bakması üzerine konuştu: “Emin olmak en iyisi. Belki hayal görmeye başlıyorum ya da belki hava ruhumu karartıyor, ama…” İçini çekti ve anahtarı avcuna vurdu. “Arka kapıya bakacağım,” dedi ve evin arka tarafında yok oldu.
Rand, her iki kapının da kilitlendiğini hiç hatırlamıyordu. İki Nehir’de kimse kapısını kilitlemezdi. Buna gerek yoktu. En azından şimdiye kadar olmamıştı.
Yukarıdan, Tam’in yatak odasından, bir şey yerde sürükleniyormuş gibi bir sürtünme sesi geldi. Rand kaşlarını çattı. Tam, aniden mobilyaların yerini değiştirmeye karar vermemişse, ancak yatağının altındaki büyük sandığı çekiyor olabilirdi. Rand’ın hatırladığı kadarıyla hiç yapmadığı bir başka şey.
Çay için bir çaydanlığı suyla doldurdu ve ateşin üzerindeki çengele astı, sonra masayı kurdu. Tasları ve kaşıkları kendisi oymuştu. Öndeki kepenkleri henüz kapatmamışlardı ve zaman zaman dışarıya bakıyordu, ama henüz tam anlamıyla gece olmamıştı ve tek görebildiği, ayın düşürdüğü gölgelerdi. Kara atlı rahatlıkla dışarıda olabilirdi, ama bunu düşünmemeye çalıştı.
Tam geri döndüğünde, Rand şaşkınlık içinde bakakaldı. Tam’in belinden kalın bir kemer sarkıyordu ve kemerden, siyah kının ve uzun kabzasının üzerine bronz birer balıkçıl işlenmiş bir kılıç asılıydı. Rand’ın kılıç taktığını gördüğü tek insanlar tüccarların koruyucularıydı. Ve Lan, elbette. Babasının bir kılıcının olduğu aklına asla gelmeyecek bir şeydi. Balıkçıllar dışında, kılıç Lan’in kılıcına çok benziyordu.
“Onu nereden buldun?” diye sordu. “Bir çerçiden mi aldın? Ne kadar verdin?”
Tam yavaşça silahı çekti; parlak metalin üzerine ateş ışıkları yansıdı. Rand’ın tüccarların koruyucularında gördüğü düz, kaba kılıçlara hiç benzemiyordu. Üzerinde mücevher ya da altın süslemeler yoktu, ama yine de ona görkemli geliyordu. Hafifçe kıvrılmış, bir kenarı keskin çeliğinin üzerine bir başka balıkçıl işlenmişti. Kabzanın kenarı örgüye benzer kısa kesiklerle süslenmişti. Tüccarların koruyucularının kılıçları ile karşılaştırıldığında neredeyse kırılgan görünüyordu, onlarınki genellikle iki kenarı keskin ve bir ağacı kesecek kadar kalın olurdu.
“Uzun zaman önce edindim,” dedi Tam. “Buradan çok uzaklarda. Ve kesinlikle çok fazla ödedim; iki bakır metelik bunlardan biri için çok fazladır. Annen onaylamadı, ama zaten o benden daha bilgeydi. O zamanlar gençtim ve fiyatına değer gelmişti. Annen hep ondan kurtulmamı istedi ve bir kez onun haklı olduğunu, kılıcı birine verip kurtulmam gerektiğini düşündüm.”
Ateşi yansıtan kılıç alev almış gibiydi. Rand irkildi. Sık sık bir kılıç sahibi olmak konusunda hayaller kurmuştu. “Vermek mi? Böyle bir kılıcı nasıl verebilirsin?”
Tam hıhladı. “Koyun güderken pek işe yaramıyor, değil mi? Onunla tarla sürebilir misin, ya da ekin biçebilir misin?” Elinde böyle bir şeyle ne yaptığını merak edermişcesine uzun uzun kılıca baktı. Sonunda derin bir iç çekti. “Ama kara hayallere kapılmıyorsam, eğer şansımız yaver gitmezse, belki önümüzdeki birkaç gün onu eski bir sandığa tıktığım için memnun olacağız.” Kılıcı hiç zorlanmadan kınına soktu ve yüzünü buruşturarak elini gömleğine sildi. “Yahni hazır olmalı. Sen çayı demlerken ben tabaklara koyayım.”
Rand başını salladı ve çay kutusunu aldı, ama her şeyi bilmek istiyordu. Tam neden bir kılıç satın almıştı? Aklına bir neden gelmiyordu Ve Tam kılıca nerede rastlamıştı? Ne kadar uzakta? Kimse İki Nehir’den ayrılmazdı; ya da en azından pek az kişi ayrılırdı. Hep babasının uzaklara gitmiş olması gerektiğini düşünmüştü –annesi yabancıydı– ama bir kılıç…? Masaya oturduklarında soracağı çok soru vardı.
Çay suyu şiddetle kaynıyordu. Çaydanlığı çengelden alabilmek için sapına bir kumaş parçası sarmak zorunda kaldı. Isı hemen kumaştan geçti. Ateşten doğrulurken, kapı kilidi sarsarak vuruldu. Kılıç ve elindeki sıcak çaydanlık hakkındaki tüm düşünceler aklından uçtu, gitti.
“Komşulardan biri,” dedi kararsızca. “Dautry Efendi yine birşeyler ödünç almak istiyordur…” Ama en yakındaki komşuları olan Dautrylerin çiftliği gün ışığında bile bir saat uzaktaydı ve Oren Dautry, ne kadar utanmaz bir ödünç alıcı olsa da, evini karanlıkta terk edecek bir adam değildi.
Tam yavaşça yahni dolu tabakları masaya bıraktı. Sessizce masadan uzaklaştı. İki eli de kılıcın kabzasındaydı. “Bence…” diye başladı ve kapı hızla açıldı, demir kilidin parçaları dönerek yere düştü.
Kapıda bir silüet belirdi, Rand’ın gördüğü tüm insanlardan daha iriydi, dizlerine kadar uzanan siyah bir zincir zırh giymişti, bileklerinde, dirseklerinde ve omuzlarında çiviler vardı. Bir eli, ağır, tırpan gibi bir kılıç tutuyordu; diğer eli ışığa karşı gözlerine siper edilmişti.
Rand tuhaf bir rahatlama hissetti. Bu her kimse, siyah pelerinli atlı değildi. Sonra kapıya sürtünen kıvrık koç boynuzlarını, ağzın ve burnun olması gereken yerde tüylü bir hayvan ağzı olduğunu gördü. Bütün bunları derin bir nefes alacak kadar zamanda gördü ve hiç düşünmeden, kaynar çaydanlığı yarı insan kafaya fırlatırken bir dehşet çığlığı kopardı.
Sıcak su yüzüne çarparken yaratık kısmen acıyla, kısmen hayvansı bir hırlama ile kükredi. Çaydanlık çarpar çarpmaz Tam’in kılıcı parladı. Kükreme o anda bir hırıltıyla dönüştü ve dev şekil arkaya devrildi. O düşmeyi bitirmeden bir başkası öne geçmek için pençeleyerek yolunu açmaya başlamıştı bile. Tam yeniden saldırmadan, Rand şekilsiz bir kafanın üstünde sivri boynuzlar gördü ve sonra iki dev beden kapıyı tıkadı. Babasının ona bağırmakta olduğunu fark etti.