Выбрать главу

Yeşil Adam Yalnız’ı yere fırlattı. Karanlık yerlerde yetişen şeyler, sporlarla üreyen, rutubeti seven şeyler şişer, büyür, giysilerini, derisini ve etini lime lime parçalarken –o kısa yeşil öfke anında görünen şey et miydi gerçekten?– Balthamel kıvrandı, sarsıldı ve sonunda ondan geriye, yeşil ormandaki diğer tümseklerden ayırt edilemeyen, tıpkı onlar gibi kıpırtısız bir tümsek kaldı.

Yeşil Adam aşırı yüklenmiş bir dal gibi inleyerek yere yıkıldı. Kafasının yarısı kömürleşmişti. Bedeninden gri sarmaşıklar gibi duman iplikçikleri yükseliyordu. Nazikçe bir meşe palamudunu avuçlarken, yanık yapraklar kollarından döküldü.

Parmaklarının arasından bir meşe filizi fışkırırken toprak gürlemeye başladı. Yeşil Adam’ın başı yere düştü, ama filiz zorlanarak güneşe uzandı. Kökler çıktı, kalınlaştı, yerin altına gömüldü, tekrar yükseldi, derine battıkça kalınlaştı. Gövde genişledi, yukarıya uzandı, kabuk grileşti, çatlaklar oluştu, kadim bir görüntü kazandı. Dallar yayıldı, ağırlaştı, insan kolu kadar, insan gövdesi kadar irileşti ve yeşil yapraklarla dolu, meşe palamutları ile ağırlaşarak gökyüzünü okşamak için yükseldi. Dev köklerin oluşturduğu ağ yayılırken toprağı saban gibi altüst etti; şimdiden devleşmiş gövde titredi, daha da genişledi, bir ev kadar kalın oldu. Sonra sessizlik çöktü. Yeşil Adam’ın yattığı yeri beş yüz yaşında gibi görünen bir meşe kaplamış, bir efsanenin mezarını işaretlemişti. Nynaeve, ona göre şekil almış, üzerinde dinlenebileceği bir yatak oluşturmuş boğum boğum köklerin üzerinde uzanıyordu. Meşenin dallarının arasında rüzgar içini çekti; bir elveda mırıldanır gibi geldi.

Aginor bile sersemlemiş görünüyordu. Sonra, mağara gözleri nefret ile yanarak başını kaldırdı. “Yeter! Bu işi bitirme zamanı geldi de geçti bile!”

“Evet, Yalnız,” dedi Moiraine, sesi kış ortası buzu kadar soğuk. “Geldi de geçti bile!”

Aes Sedai’nin eli yükseldi ve Aginor’un ayaklarının altındaki zemin çöktü. Boşluktan alevler kükredi, her yönden uluyan rüzgarla alazlandı, ateşin içine yapraklardan bir anafor emdi ve saf ısıdan, kırmızı çizgili, sarı bir pelte gibi katılaşmış göründü. Aginor ortasında, ayaklarının altında havadan başka bir şey olmadan duruyordu. Yalnız şaşırmış görünüyordu, ama sonra gülümsedi ve öne bir adım attı. Bu, ateş onu yerine yapıştırmış gibi ağır bir adımdı, ama adımını attı, sonra bir tane daha attı.

“Kaçın!” diye emretti Moiraine. Yüzü gerginlik ile bembeyaz olmuştu. “Hepiniz, kaçın!” Aginor havada, alevlerin kenarına doğru adım attı.

Rand diğerlerinin harekete geçtiğini, Mat ve Perrin’in yerlerinden fırladıklarını, Loial’ın uzun bacaklarının onu ağaçların arasına taşıdığını fark etti, ama onun tek görebildiği Egwene idi. Kız yerinde kaskatı kesilmiş, yüzü solgun, gözleri kapalı, duruyordu. Rand onu yerinde tutanın korku olmadığını fark etti. Zayıf, eğitimsiz Güç’ünü Yalnız’a karşı kullanmaya çalışıyordu.

Rand kabaca kızın kolunu yakaladı ve kendine çevirdi. “Kaç!” diye bağırdı ona. Kızın gözleri açıldı, işine karıştığı için öfke dolu, Aginor için nefret ve korku dolu, Rand’a dikildi. “Kaç,” dedi Rand, kızı koşturabilmek için hızla ağaçlara doğru iterek. “Kaç!” Kız bir kez koşmaya başlayınca, devam etti.

Ama Aginor’un kurumuş yüzü ona, arkasında koşan Egwene’e dönmüştü. Sanki Yalnız alevler içinde yürürken, Aes Sedai’nin ne yaptığının hiç önemi yoktu. Egwene’e yürüyordu.

“O olmaz!” diye bağırdı Rand. “Işık seni kavursun, o olmaz!” Bir taş kaptı ve Aginor’un dikkatini çekmeye niyetlenerek fırlattı. Yalnız’ın yüzüne varmadan taş toza dönüştü.

Rand bir an tereddüt etti, omzunun üzerinden bakıp, Egwene’in ağaçların arasına saklandığını görecek kadar. Alevler Aginor’u çevrelemeye devam ediyordu, pelerini tütmeye başlamıştı, ama o bol bol zamanı varmış gibi yürümeye devam ediyordu ve ateşin kenarına yaklaşmıştı. Rand döndü ve koşmaya başladı. Arkasında, Moiraine’in çığlıklarını duydu.

51

GÖLGE’YE KARŞI

Rand koşarken zemin yükselmeye başladı, ama korku bacaklarına güç vermişti ve çiçeklenen çalıların, yabangülü sarmaşıklarının arasından geçerek, taç yapraklarını saçarak, dikenlerin giysilerini ve derisini yırtmasına aldırmadan uzun adımlarla koşmaya devam etti. Moiraine artık çığlık atmıyordu. Sanki çığlıklar sonsuza dek devam etmişti, her biri bir öncekinden daha gırtlak paralayıcıydı, ama Rand yalnızca birkaç dakika sürdüğünü biliyordu. Aginor onun peşine düşmeden önce, birkaç dakika. Rand Aginor’un kendisini takip edeceğini biliyordu. Yalnız’ın boş gözlerinde, dehşet ayaklarını koşmaya zorlamadan önceki saniyede kendinden eminliği görmüştü.

Arazi gittikçe dikleşti, ama Rand çalılara tutunarak koşmaya devam etti. Taşlar, toprak, yapraklar ayaklarının altında yamaçtan aşağı yağdı, sonunda zemin çok dikleşince elleri ve dizleri üzerinde emeklemeye başladı. İleride, yukarıda zemin biraz düzeliyordu. Nefes nefese son birkaç adımı aştı, ayağa kalktı ve yüksek sesle ulumayı arzulayarak durdu.

On adım ötesinde tepe dimdik alçalıyordu. Oraya varmadan ne göreceğini biliyordu, ama yine de her biri bir öncekinden daha ağır, bir yol, bir patika, herhangi bir şey bulmayı umarak o adımları aştı. Kenarda dik, otuz metrelik bir uçuruma, rendelenmiş ahşap gibi pürüzsüz, taş bir duvara baktı.

Bir yol olmalı. Geri dönüp bir yol bulacağım. Geri dönüp…

Döndüğü zaman Aginor oradaydı, zirveye yeni ulaşmıştı. Yalnız güçlük çekmeden, dik yamaçta düz zeminmiş gibi rahatlıkla yürüyerek tepeye çıktı. Derine gömülmüş gözleri o gergin parşömen yüzden, yakarcasına Rand’a baktı; bir şekilde öncekinden daha az kuru görünüyordu, daha etliydi, sanki Aginor bir şeyle iyice beslenmiş gibiydi.

“Ba’alzamon seni Shayol Ghul’e getirenlere ölümlülerin hayallerinin ötesinde ödüller verecek. Ama benim hayallerim hep diğer adamların ötesinde olmuştur ve ölümlülüğü binyıllar önce geride bıraktım. Karanlığın Yüce Efendisi’ne canlı ya da ölü hizmet etmenin ne farkı var? Gölge’nin sınırlarının içinde hiç. Neden gücü seninle paylaşayım? Neden önünde diz çökeyim? Lews Therin Telamon’la Hizmetkarlar Salonu’nda yüzleşen ben. Sabahın Efendisi’ne tüm kudretimle saldıran ve onun her darbesine darbeyle karşılık veren ben. Hiç sanmıyorum.”

Rand’ın ağzı toz gibi kurudu; dili Aginor kadar büzülmüş gibi geldi. Uçurumun kenarı topuklarının altında gıcırdadı, taşlar aşağıya döküldü. Rand arkasına bakmaya cesaret edemiyordu, ama taşların dik duvarda, iki santim daha gerilerse kendi bedeninin sıçrayacağı gibi sıçradığını işitti. Yalnız’dan uzaklaşmakta, gerilemekte olduğunu ilk kez fark etti. Derisi ürpermeye başladı, öyle ki bakışlarını Yalnız’dan alabilirse, bakarsa kıpırdadığını göreceğini sandı. Ondan kurtulmanın bir yolu olmalı. Kaçmanın bir yolu! Olmak zorunda! Bir yol!

Aniden bir şey hissetti, gördü, ama aslında orada olmadığını biliyordu. Aginor’un arkasında bir halat uzanıyordu. En saf bulutların arasından görülen güneş gibi beyaz, bir demircinin kolundan kalındı ve Yalnız’ı biliş ötesindeki, uzak bir şeye, Rand’dan bir kol uzakta bir şeye bağlıyordu. Halat yürek gibi atıyordu ve her atışta Aginor güçleniyor, etleniyor, Rand kadar uzun boylu ve güçlü, Muhafız’dan daha sert, Afet’ten daha ölümcül bir adam oluyordu. Ama o halatın yanında Yalnız yok gibiydi. Her şey halattı. Mırıldanıyordu. Şarkı söylüyordu. Rand’ın ruhunu çağırıyordu. Parlak bir uzantı yükseldi, süzüldü, Rand’a dokundu ve o inledi. İçini ışık doldurdu, yakması gereken ısı kemiklerindeki mezar soğukluğunu giderir gibi ısıttı. Uzantı kalınlaştı. Uzaklaşmak zorundayım!