Bu, Rand’ın kendini yalnızca biraz daha iyi hissetmesini sağladı. “Hikayelerde insanlardan nefret ediyorlardı ve Karanlık Varlık’a hizmet ediyorlardı.”
“Eğer Gecenin Çobanı’nın sürülerine ait olan bir şey varsa, evlat, o da Trolloclardır. Sırf öldürme zevki için öldürürler, böyle duydum. Ama bilgim bu kadar, senden korkmadıkları sürece güvenilmemeleri gerektiği dışında ve o zaman da fazla değil.”
Rand ürperdi. Bir Trolloc’un korktuğu herhangi bir şeyle karşılaşmak istediğini sanmıyordu. “Sence hâlâ bizi arıyorlar mıdır?”
“Belki, belki değil. Çok zeki görünmüyorlar. Ormana girdiğimiz zaman zorluk çekmeden peşimdekileri dağlara doğru yolladım.” Tam sağ tarafı ile uğraştı, sonra elini yüzüne yaklaştırdı. “Ama peşimizdelermiş gibi davransak en iyisi.”
“Yaralanmışsın.”
“Sesini alçak tut. Yalnızca bir çizik ve zaten şu anda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. En azından hava ısınıyor gibi.” Derin bir iç çekiş ile sırt üstü uzandı. “Belki geceyi dışarıda geçirmek çok kötü olmaz.”
Kafasının bir tarafından, Rand ceketi ve pelerini hakkında sevgi dolu düşünceler geçiriyordu. Ağaçlar rüzgarın şiddetini kesiyordu, ama aradan geçen kısmı yine de donmuş bir bıçak gibi keskindi. Tereddütle Tam’in yüzüne dokundu ve irkildi. “Ateş gibisin. Seni Nynaeve’e götürmeliyim.”
“Biraz sonra, evlat.”
“Harcanacak zamanımız yok. Karanlıkta uzun yol gideceğiz.” Ayağa kalktı ve babasını kaldırmaya çalıştı. Tam’in sıktığı dişlerinden kaçan bir inleme Rand’ın onu telaşla yere indirmesine sebep oldu.
“Bırak biraz dinleneyim, evlat. Yorgunum.”
Rand yumruklarını kalçasına vurdu. Çiftlik evinin rahatında, bir ateş ve battaniye, bol bol su ve söğüt kabukları ile, Bela’yı alıp Tam’i köye götürmek için beklemeye gönüllü olabilirdi. Ama burada ateş yoktu, battaniye, araba, Bela yoktu. Ama onlar hâlâ evin arkasındaydılar. Tam’i onlara taşıyamıyorsa, belki en azından onları buraya, Tam’e getirebilirdi. Eğer Trolloclar gitmişse. Eninde sonunda gitmek zorundaydılar.
Kazma sapına baktı, sonra bıraktı. Bunun yerine Tam’in kılıcını çekti. Kılıç solgun ay ışığı altında donuk donuk parladı. Uzun kabza elinde tuhaf duruyordu. Kılıcı birkaç kez havaya savurdu, sonra içini çekerek durdu. Havayı doğramak kolaydı. Bir Trolloc’a karşı yapması gerekse, kaçmaya başlayacağından ya da yerinde donup kalacağından emindi. Sonra Trolloc o tuhaf kılıcını sallayacak ve… Kes şunu! Hiçbir faydası yok!
Kalkmaya yeltendiği zaman Tam kolunu yakaladı. “Nereye gidiyorsun?”
“Arabaya ihtiyacımız var,” dedi nazikçe. “Ve battaniyelere.” Kolunu babasının elinden ne kadar kolay kurtardığını görünce şok geçirdi. “Dinlen, ben döneceğim.”
“Dikkatli ol,” dedi Tam, soluk alırken.
Ay ışığı altında Tam’in yüzünü göremiyordu, ama gözlerini üzerinde hissedebiliyordu. “Olacağım.” Bir şahinin yunasını keşfeden bir fare kadar dikkatli, diye düşündü.
Bir gölge kadar sessiz, karanlığın içine kaydı. Çocukken arkadaşları ile ormanda kovalamaca oynadığı zamanları, elini birinin omzuna koymadan önce işitilmemek için ne kadar uğraştığını hatırladı. Bir şekilde bunun da aynı olduğuna kendini ikna edemiyordu.
Ağaçtan ağaca kayarken bir plan yapmaya çalıştı, ama ağaçlığın kenarına ulaşana kadar on plan yapmış, onundan da vazgeçmişti. Her şey Trollocların orada olup olmamasına bağlıydı. Gitmişlerse, eve yürüyüp ihtiyaç duyduklarını alması yeterli olacaktı. Hâlâ oradalarsa… Bu durumda Tam’in yanına dönmekten başka hiçbir şey gelmezdi elinden. Bundan hoşlanmıyordu, ama kendini öldürtmesinin Tam’e faydası olmazdı.
Çiftlik binalarına doğru baktı. Ahır ve koyun ağılı ay ışığı altında karanlık şekillerden başka bir şey değildi. Ama evin ön pencerelerinden ve ön kapıdan ışık süzülüyordu. Yalnızca babamın yaktığı mumlar mı, yoksa bekleyen Trolloclar mı var?
Bir gece şahininin ötüşü ile yerinden sıçradı, sonra titreyerek bir ağaca yaslandı. Bu onu hiçbir yere götürmüyordu. Karnının üzerinde uzandı, kılıcı beceriksizce önünde tutarak sürünmeye başladı. Ağılın arkasına varana kadar çenesini topraktan kaldırmadı.
Taş duvarın arkasına çökerek dinledi. Geceyi bölen tek bir ses bile yoktu. Dikkatle duvarın üzerinden bakacak kadar yükseldi. Avluda kıpırdayan hiçbir şey yoklu. Evin pencerelerinin ya da kapının önünden geçen gölgeler yoktu. Önce Bela ve araba, yoksa battaniyeler ve başka şeyler mi. Karar vermesine ışık yardım etti. Ahır karanlıktı. İçeride herhangi bir şey bekliyor olabilirdi ve çok geç olana kadar fark etmeyebilirdi. En azından evin içini görebiliyordu.
Yine çökmeye hazırlanırken, aniden durdu. Hiçbir ses yoktu. Pek olası olmasa da, koyunların çoğu sakinleşmiş ve uykuya dalmış olmalıydı, ama birkaçı gecenin ortasında bile hep uyanık olur, kıpırdanır, arada bir melerdi. Koyunların yerde oluşturduğu gölge yığınını zar zor ayırt edebiliyordu. Bir tanesi neredeyse altındaydı.
Ses çıkarmamaya çalışarak duvarın üzerinden sarktı, elini belirsiz şekile uzattı. Parmakları kıvırcık yüne dokundu, sonra bir ıslaklığa-, koyun kıpırdamadı. Rand çekilirken ciğerleri hızla boşaldı, ağılın dışında yere çökerken neredeyse kılıcını düşürecekti. Zevk için öldürürler. Titreyerek elindeki ıslaklığı toprağa sildi.
Hırsla kendine hiçbir şeyin değişmediğini söyledi. Trolloclar kasaplıklarını yapmışlar ve gitmişlerdi. Bunu aklında tekrarlayarak avluda süründü. Elinden geldiğince yere yakın kaldı, ama aynı zamanda her tarafı gözetlemeye çalıştı. Bir solucana imreneceği hiç aklına gelmemişti.
Evin önündeki duvarın yanında, kırık pencerenin altında uzandı ve dinledi. Duyduğu en yüksek ses, kendi kulaklarındaki donuk gümlemeydi. Yavaş yavaş yükseldi, içeriye baktı.
Yahni tenceresi ocaktaki küllerin üzerinde, ters duruyordu. Kırık, kıymık kıymık tahtalar odaya saçılmıştı; sağlam tek bir eşya bile yoktu. Masa bile çarpılmış, iki bacağı kesilmişti. Her çekmece çekilmiş ve parçalanmıştı; her dolap, her sandık açıktı, pek çok kapak tek menteşeden sarkıyordu. İçindekiler dağınıklığın üzerine fırlatılmıştı ve her şey beyaz bir toza bulanmıştı. Şöminenin yanına fırlatılmış yırtık çuvallara bakılırsa un ve tuz. Mobilya kalıntılarının üzerinde dört dolaşık beden yatıyordu. Trolloclar.
Rand birini koç boynuzlarından tanıdı. Diğerleri de farklı, ama benzerdi. Tiksinti verici hayvan burunları, boynuzlar, tüyler ve kürk insan yüzlerini çarpıtmıştı. Neredeyse insansı elleri her şeyi daha da kötüleştiriyordu. İkisinin çizmesi vardı; diğerleri toynaklıydı. Gözleri yanmaya başlayana kadar baktı. Trollocların hiçbiri kıpırdamadı. Ölmüş olmalıydılar. Ve Tam bekliyordu.
Ön kapıdan içeri koştu ve koku ile öğürerek durdu. Bu kokuya yakın olabilecek tek şey, aylarca temizlenmemiş bir ahırın kokusu olabilirdi. Duvarlar dışkıyla kirletilmişti. Ağzından nefes almaya çalışarak, telaşla yerdeki yığını dürtüklemeye başladı. Dolaplardan birinde bir su tulumu olmalıydı.
Bir sürtünme sesi iliklerine dek donmasına sebep oldu. Masanın kalıntılarına takılarak döndü. Dengesini sağladı ve çenesini ağrıyacak kadar sıkmış olmasa takırdayacak dişlerinin arasından inledi.
Trolloclardan biri ayağa kalkıyordu. İçe çökmüş gözlerin altından bir kurt burnu çıkıntı yapıyordu. Duygusuz, düz gözler, ve aşırı insansı. Tüylü, sivri kulakları durmadan seyiriyordu. Keskin, keçi toynaklarının üzerinde ölü arkadaşlarının üzerinden aştı. Diğerlerinin giydiği ile aynı zincir zırh deri pantolonuna sürtünüyordu ve dev, tırpan gibi kıvrık bir kılıç yanında asılı duruyordu.