Gırtlaktan gelen, keskin bir sesle birşeyler mırıldandı, sonra konuştu, “Diğerleri gitti. Narg kaldı. Narg akıllı.” Sözcükler çarpıktı ve zor anlaşılıyordu. İnsan dili için yapılmamış bir ağızdan çıkıyordu. Ses tonu yatıştıncı olmalı, diye düşündü Rand, ama gözlerini uzun ve keskin, yaratığın telaffuz ettiği her sözcük ile parlayan lekeli dişlerden ayıramıyordu. “Narg birilerinin geleceğini biliyordu. Narg bekledi. Kılıca gerek yok. Kılıcı indir.”
Trolloc konuşana kadar Rand Tam’in kılıcını iki elinde tutmuş, ucunu yaratığa çevirmiş, önünde salladığını fark etmemişti. Yaratığın başı ve omuzları Rand’dan yüksekti. Göğsü ve kolları Luhhan Usta’yı ufak tefek gösterecek kadar iriydi.
“Narg incitmeyecek.” İşaret ederek bir adım attı. “Kılıcı indir.” Ellerinin arkasındaki siyah tüyler kürk gibi gürdü.
“Uzak dur,” dedi Rand, sesinin titremiyor olmasını dileyerek. “Neden yaptınız bunu? Neden?”
“Vlja daeg roghda!” Hırlama hemen geniş bir sırıtmaya dönüştü. “Kılıcı indir. Narg incitmeyecek. Myrddraal seninle konuşacak.” Bir duygu çakması çarpık yüzden geçti. Korku. “Diğerleri dönecek, sen Myrddraal’le konuşacak.” Bir adım daha attı, iri eli kılıcının kabzasına gitti. “Kılıcı indir.”
Rand dudaklarını ıslattı. Myrddraal! Hikayelerin en kötüsü bu gece canlanmıştı. Eğer bir Soluk geliyorsa, bir Trolloc bunun yanında renksiz kalacaktı. Uzaklaşmak zorundaydı. Ama eğer Trolloc o dev gibi kılıcı çekerse, fazla şansı olmayacaktı. Dudaklarını titrek bir gülümseme ile büktü. “Tamam.” Eli kılıcını daha sıkı kavradı, iki elini yanlara sarkıttı. “Konuşalım.”
Kurt gülümsemesi hırlamaya dönüştü ve Trolloc üzerine atladı. Rand o kadar iri bir şeyin bu kadar hızlı hareket edebileceğini düşünmemişti. Çaresizce kılıcını kaldırdı. Canavar bedeni üzerine çarptı, onu duvara yapıştırdı. Ciğerlerindeki nefes boşaldı. Trolloc tepede, birlikle yere düşerlerken nefes almaya çalıştı. Çılgınca ezici ağırlığın altında çabaladı, ona uzanan iri ellerden, kapanan çenelerden kaçınmaya çalıştı.
Trolloc aniden kasıldı ve hareketsizleşti. Ezilmiş ve yaralanmış, tepesindeki gövde yüzünden yarı boğulmuş, Rand bir anlığına inanmazlık içinde yattı, kaldı. Ama hızla aklı başına geldi, en azından cesedin altından kıvranarak çıkacak kadar. Evet, bir cesetti. Tam’in kılıcının kanlı çeliği, Trolloc’un sırtının ortasından çıkıyordu. Tam, zamanında kalkmıştı. Rand’ın elleri de kanla kaplıydı ve gömleğinin önünde siyah bir leke oluşturmuştu. Midesi bulandı ve kusmamak için yutkundu. İçi korkuyla dolu olduğu zamanki gibi titriyordu, ama bu sefer hâlâ hayatta olduğu için rahatlama hissediyordu.
Diğerleri dönecekler, demişti Trolloc. Diğer Trolloclar çiftlik evine döneceklerdi. Ve bir Myrddraal, bir Soluk. Hikayeler, Solukların altı metre boyunda olduklarını, ateşten gözleri olduğunu ve gölgeleri at gibi sürdüklerini anlatırdı. Bir Soluk yan döndüğü zaman yok olurdu ve duvarlar onları durduramazdı. Yapmak için geldiği şeyleri yapmalı ve bir an önce gitmeliydi.
Gösterdiği çaba ile homurdanarak, kılıcı almak için Trolloc’un bedenini kaldırdı –açık gözler ona dikilince neredeyse kaçacaktı. Ölüm donukluğuna sahip olduklarını anlaması bir dakikasını aldı.
Ellerini lime lime bir paçavraya sildi –o sabah Tam’in gömleklerinden biriydi– ve kılıcı çekip kurtardı. Kılıcı temizledi, sonra paçavrayı gönülsüzce yere bıraktı. Düzenlilik için zaman yok, diye düşündü, durdurmak için dişlerini sıkmak zorunda kaldığı bir kahkaha ile. İçinde yaşanacak hale gelmesi için, evi nasıl temizleyeceklerini düşü– nemiyordu. Muhtemelen korkunç koku tahtalara sinmiş olmalıydı. Düzenlilik için zaman yok. Belki hiçbir şey için zaman yok.
İhtiyaç duyacağı bir sürü şeyi unuttuğundan emindi, ama Tam bekliyordu ve Trolloclar dönecekti. Hızla, aklına gelen her şeyi toparladı. Yukarıdaki yatak odalarından battaniyeler, Tam’in yarasını sarmak için temiz kumaşlar. Pelerinleri ve ceketleri. Koyunları otlağa götürdüğünde yanına aldığı bir su tulumu. Temiz bir gömlek. Ne zaman üstünü değiştirmek için zaman bulacağını bilmiyordu, ama ilk fırsatta üzerindeki kan lekeli gömleği çıkarmak istiyordu. Söğüt kabuğu ve başka ilaçlarla dolu küçük keseler dokunmaya cesaret edemediği karanlık, çamurlu görünüşlü yığının içindeydi.
Tam’in getirdiği bir kova su hâlâ şöminenin yanında duruyordu, mucize eseri dökülmemiş ve dokunulmamıştı. Su tulumunu kovadan doldurdu, kalanı ile telaşla ellerini yıkadı ve unutmuş olabileceği bir şey olup olmadığını görmek için hızlı bir arama yaptı. Dağınıklığın içinde yayını buldu. En kalın noktasından ikiye kırılmıştı. Parçaları bırakırken ürperdi. Şimdiye dek toparladıklarım yetmek zorunda, diye karar verdi. Hızla her şeyi kapının dışına yığdı.
Evi terk etmeden önce, yerdeki yığının içinden bir lamba buldu. İçinde hâlâ gaz vardı. Mumların birinden yakarak kepenkleri kapattı –kısmen rüzgara karşı, ama daha çok dikkat çekmemek için– ve bir elinde lamba, diğerinde kılıç, dışarıya seyirtti. Ahırda ne bulacağından emin değildi. Koyun ağılı çok şey ummasını engelliyordu. Ama Tam’i Emond Meydanı’na götürebilmek için arabaya ihtiyacı vardı ve araba için de Bela’ya ihtiyacı vardı. Zorunluluk, biraz umut beslemesini sağlıyordu.
Ahırın kapıları açıktı, biri rüzgarla, menteşelerinin üzerinde gıcırdıyordu. Ahırın içi her zamanki gibi görünüyordu en azından. Sonra gözleri boş bölmelere takıldı, bölme kapıları menteşelerinden koparılmıştı. Bela ve inek yoktu. Hızla ahırın arkasına gitti. Araba yan yatmış, tekerlerindeki çubukların yarısı kırılmıştı. Millerinden biri otuz santim kalmıştı.
Uzak tutmaya çalıştığı ümitsizlik sonunda içini doldurdu. Babası taşınmaya dayanabilse bile, Tam’i köye kadar taşıyabileceğinden emin değildi. Bunun acısı Tam’i ateşten daha çabuk öldürebilirdi. Yine de, kalan tek şansı buydu. Burada elinden gelen her şeyi yapmıştı. Gitmek için dönerken gözleri saman saçılmış yerde yatan kesik mile takıldı. Aniden gülümsedi.
Telaşla lambayı ve kılıcı saman saçılı yere bıraktı ve hemen arabayla uğraşmaya başladı. İttirerek arabayı düzeltti, bu arada daha fazla teker çubuğu kırdı, sonra omzunu dayayarak öbür tarafa yatırdı. Zarar görmemiş mil dimdik duruyordu. Kılıcı kapıp gün görmüş dişbudağa indirmeye başladı. Memnunlukla, darbeleri ile büyük parçalar koptuğunu gördü. Elinde iyi bir balta varmışçasına, hızla kesti.
Mil kurtulduğu zaman hayretle kılıcın kenarına baktı. En keskin balta bile, o sert, yaşlı odunu keserken körelirdi, ama kılıç her zamanki kadar parlak ve keskin görünüyordu. Başparmağı ile kenarına dokundu, sonra parmağını telaşla ağzına soktu. Kılıç hâlâ ustura gibi keskindi.
Ama şaşırmaya zamanı yoktu. Lambayı üfleyip söndürdü –her şeyin üstüne bir de ahırı yakmanın alemi yoktu– milleri toparladı ve evde bıraktıklarını almak için koştu.
Hepsi beraber taşıması zor bir yük oluşturuyorlardı. Ağır değildi, ama dengelemesi ve idare etmesi zordu. Araba milleri kayıyor, sürülmüş tarlada sendeleyerek yürürken kollarında dönüyordu. Ormana ulaştığında daha da kötü oldu, ağaçlara takıldılar, Rand’ı neredeyse yere düşürdüler. Sürüklemek daha kolay olurdu, ama bu, arkasında açık bir iz bırakırdı. Bunu yapmaya başlamadan önce elinden geldiğince çok beklemek istiyordu.