Tam onu bıraktığı yerdeydi, görünüşe göre uyuyordu. Uyuyor olduğunu umuyordu. İçini aniden bir korku kapladı, yükünü bıraktı ve bir elini babasının yüzüne götürdü. Tam hâlâ nefes alıyordu, ama ateşi yükselmişti.
Dokunuşu Tam’i uyandırdı, ama bu sersem bir ayıklıktı. “Sen misin, evlat?” diye soluk aldı. “Senin için endişelendim. Geçmiş günlere dair rüyalar. Kabuslar.” Alçak sesle mırıldanarak yine daldı.
“Endişelenme,” dedi Rand. Rüzgarı kessin diye Tam’in ceketini ve pelerinini üzerine örttü. “Seni elimden geldiğince çabuk Nynaeve’e götüreceğim.” Tam’den çok kendini teselli etmek için konuşmaya devam ederken, kan lekeli gömleğini çıkardı, telaşı içinde soğuğun farkına bile varmadan temiz gömleği giydi. Eski gömleğini fırlatıp atmak kendini banyo yapmış kadar temiz hissetmesini sağladı. “Kısa süre sonra köyde, güvende olacağız. Hikmet, her şeyi düzeltecek. Göreceksin. Her şey yoluna girecek.”
Ceketini giyerken ve Tam’in yarasını incelemek için eğilirken bu düşünce bir fener gibiydi. Köye ulaştıklarında güvende olacaklardı. Nynaeve, Tam’i, tedavi edecekti. Yapması gereken tek şey oraya ulaşmaktı.
6
BATI ORMANI
Rand aslında ay ışığı altında ne yaptığını göremiyordu, ama Tam’in yarası kaburgalarının üzerinde derin olmayan bir kesik gibi görünüyordu ve avucundan uzun değildi. İnanmazlık içinde başını salladı. Babasının bundan daha büyük yaralar aldığını, ve yalnızca yıkayıp çalışmaya devam ettiğini görmüştü. Ateşi açıklayacak bir şey bulmak için telaşla Tam’i baştan ayağa aradı, ama o kesikten başka bir şey bulamadı.
Ne kadar küçük olsa da, o kesik de yeterince ciddiydi; çevresindeki deri ele alev gibi geliyordu. Tam’in bedeninin geri kalanından çok daha sıcaktı ve bedeninin kalanı bile Rand’ın çenelerini sıkmasına sebep olacak kadar sıcaktı zaten. Böylesine kavurucu bir ateş öldürebilir, bir insanı eski benliğinin kabuğu haline getirebilirdi. Bir parça kumaşı tulumdaki suyla ıslattı ve Tam’in alnına koydu.
Babasının kaburgalarındaki kesiği temizlerken ve sararken nazik davranmaya çalıştı, ama yine de Tam’in mırıldanmaları yumuşak inlemelerle kesiliyordu. Çevrelerinde çıplak dallar yükseliyor, rüzgarda sallanırken tehditkar görünüyorlardı. Kuşkusuz Trolloclar, eve dönüp hâlâ boş olduğunu görünce, Tam’i ve Rand’ı bulamayınca kendi yollarına gideceklerdi. Kendini buna inandırmaya çalıştı, ama evdeki yıkımın zalimliği, mantıksızlığı bu tür inançlara pek az yer bırakıyordu. Buldukları her şeyi, herkesi öldürmeyeceklerine inanmamak tehlikeliydi, almaya cesaret edemeyeceği aptalca bir riskti.
Trolloclar. Göklerdeki Işık, Trolloclar! Bir âşığın hikayesinden çıkmış yaratıklar gelip kapıyı parçaladılar. Ve bir Soluk. Işık üzerimde parlasın, bir Soluk!
Aniden, sargının bağlanmamış iki ucunu kıpırtısız ellerinde tuttuğunu fark etti. Bir şahinin gölgesini gören tavşan gibi dondum, diye düşündü horgörüyle. Başını öfkeyle sallayarak Tam’in göğsündeki sargıyı bağlama işini bitirdi.
Ne yapacağını bilmek, hattâ yapıyor olmak, korkmasını engellemiyordu. Trolloclar geri döndükleri zaman, kuşkusuz kaçan insanlardan bir iz bulmak için çiftliğin çevresindeki ormanı arayacaklardı. Rand’ın öldürdüğü yaratık, insanların fazla uzakta olmadığını anlatacaktı onlara. Bir Soluk’un ne yapacağını ya da yapabileceğini kim bilebilirdi? Her şeyin üzerinde, babasının Trollocların işitme duyuları hakkındaki yorumu, Tam henüz söylemiş gibi kulaklarında çınlıyordu. Kendini, inlemelerini ve mırıltılarını susturmak için elini Tam’in ağzına kapatmak isterken buldu. Bazıları kokuyla iz sürer. Bu konuda ne yapabilirim? Hiçbir şey. Hakkında hiçbir şey yapamayacağı sorunlar için endişelenerek zaman kaybedemezdi.
“Sessiz olmalısın,” diye fısıldadı babasının kulağına. “Trolloclar dönecek.”
Tam, alçak, boğuk sesle konuştu. “Hâlâ çok güzelsin, Kari. Genç bir kız kadar güzelsin.”
Rand yüzünü buruşturdu. Annesi öleli on beş yıl olmuştu. Tam hâlâ hayatta olduğuna inanıyorsa, demek ateşi Rand’ın düşündüğünden de kötüydü. Mademki sessizlik yaşam demekti, konuşmadan nasıl durabilirdi?
“Annem sessiz durmanı istiyor,” diye fısıldadı Rand. Aniden tıkanan boğazını temizlemek için yutkundu. Annesinin nazik elleri vardı; bu kadarını hatırlıyordu. “Kari sessiz kalmanı istiyor. Al. İç.”
Tam, su tulumundan iştahla su içti, ama birkaç yudumdan sonra başını yana çevirdi ve yine yumuşak sesle mırıldanmaya başladı. Sesi, sözlerini Rand’ın anlamayacağı kadar alçaktı. Trollocların duyamayacağı kadar da alçak olmasını diledi.
Telaşla gerekli şeyleri yapmaya devam etti. Battaniyelerin üçünü arabanın millerinin üzerine sararak, bir sedye yaptı. Yalnızca bir ucunu taşıyabilecek, diğer ucunu yerde sürüklenmeye bırakacaktı, ama idare etmek zorundaydı. Son battaniyeden, hançeri ile uzun bir şerit kesti ve sonra da şeridin uçlarını millerin tepelerine sardı.
Tam’i elinden geldiğince nazikçe, her inleme ile irkilerek sedyenin üzerine yerleştirdi. Babası daima yıkılmaz görünmüştü. Hiçbir şey ona zarar veremezdi; hiçbir şey onu durduramaz, hattâ yavaşlatamazdı. Onun bu durumda olması Rand’ın toparlayabildiği cesareti de yok ediyordu. Ama devam etmek zorundaydı. Onu hareket halinde tutan tek şey buydu. Bunu yapmak zorundaydı.
Tam, sonunda sedyenin üzerine uzandığında Rand tereddüt etti, sonra babasının belindeki kılıç kemerini aldı. Kemeri kendi beline taktığında, orada tuhaf durdu; kendini tuhaf hissetmesine sebep oldu. Kemer, kın ve kılıç birlikte fazla ağır değildi, ama kılıcı kınına soktuğunda, sanki büyük bir ağırlıkmış gibi Rand’ı aşağı çekti.
Öfkeyle kendini payladı. Bu aptalca hayallerin ne yeri, ne de zamanıydı. Bu yalnızca büyük bir bıçaktı. Kaç sefer kılıç takmak ve maceralar yaşamak konusunda hayaller kurmuştu? Kılıçla bir Trolloc öldürdüyse, kuşkusuz başkaları ile de savaşabilirdi. Ama, çiftlik evinde olanın yalnızca şans olduğunu çok iyi biliyordu. Ve hayallerindeki maceraları, dişlerinin takırdamasını ya da gecenin ortasından canını kurtarmak için kaçmasını ya da babasının ölümün eşiğinde olmasını asla içermemişti.
Telaşla son battaniyeyi Tam’e sardı ve su tulumu ile giysilerin kalanını babasının yanına, sedyenin üzerine koydu. Derin bir nefes aldı, millerin arasına çöktü ve battaniye şeridini başının üzerine kaldırdı. Şeridi omuzlarının üzerine oturttu, kollarının altından geçirdi. Milleri kavrayıp doğrulduğunda, ağırlığın çoğu omuzlarına binmişti. Çok ağır değil gibiydi. Düzgün bir tempo tutturmaya çalışarak, arkasında yerde sürünen sedye ile Emond Meydanı’na doğru yola çıktı.
Köye, Taşocağı Yolu’nu kullanarak gitmeye karar vermişti. Kuşkusuz tehlike yolda daha fazla olacaktı, ama karanlıkta ormanda yolunu bulmaya çalışırken kaybolmasının kuşkusuz Tam’e faydası olmazdı.
Karanlıkta, fark etmeden kendini Taşocağı Yolu’nda buldu. Nerede olduğunu anladığında, boğazına bir yumruk geldi oturdu. Telaşla sedyeyi çevirdi ve ağaçların arasına sürükledi, sonra nefes almak ve yürek atışlarının yavaşlamasına izin vermek için durdu.
Ağaçların arasında ilerlemek Tam’i yoldan götürmekten daha güç olacaktı ve gecenin de kesinlikle yardımı olmuyordu, ama yoldan gitmek delilik olurdu. Anafikir, köye Trolloclar ile karşılaşmadan ulaşmaktı; hattâ mümkünse onları görmeden. Trollocların hâlâ peşlerinde olduğunu varsaymak zorundaydı ve eninde sonunda ikisinin köye doğru yola koyulduğunu anlayacaklardı. Gitmeleri en olası yer orasıydı ve en olası yol da Taşocağı Yolu’ydu. Gerçekte, kendini yola hoşuna gittiğinden daha yakın bulmuştu. Gece ve ağaçların gölgeleri, yolda ilerleyen binlerinin gözlerinden saklanılmayacak kadar çıplak geliyordu.