Rand, Tam’in alnındaki beze biraz daha su döktü ve yine millerin arasına yerleşti.
Güzel bir gece uykusu çekmiş gibi tekrar yola koyuldu, ama yeni bulduğu güç fazla uzun sürmedi. Başta, korku yorgunluğunu maskelemişti, ama korkunun kalmasına rağmen maske hızla eriyip gitti. Kısa süre sonra yine sendelemeye başlamıştı, açlığı ve ağrıyan kaslarını görmezden gelmeye çalışıyordu. Takılmadan bir ayağını diğerinin önüne koyma işine yoğunlaştı.
Zihninde Emond Meydanı’nı canlandırdı. Kepenkleri açılmış, evler Kış Gecesi için aydınlatılmış, insanlar birbirlerini ziyaret ederken bağırarak selamlaşıyor, kemanlar sokakları, “Jaem’in Budalalığı” ve “Kanat Açmış Balıkçıl” şarkıları ile dolduruyor. Haral Luhhan fazla brendi içecek, kurbağa sesi ile “Arpalardaki Rüzgar” şarkısını söylemeye başlayacaktı —bunu hep yapardı– ta ki karısı onu susturmayı başarana kadar. Ve Cenn Buie hâlâ her zamanki kadar iyi dans ettiğini kanıtlamaya karar verecekti. Mat bir şey planlayacak, ama asla tam olarak planladığı gibi olmayacak ve herkes, kanıtlayamasa da onun sorumlu olduğunu bilecekti. Nasıl olacağını düşünürken neredeyse gülümseyecekti.
Bir süre sonra Tam sesini yine yükseltti.
“Avendesora. Tohum vermediği söylenir, ama Cairhien’e bir dal getirmişler, bir filiz. Kral için harika bir armağan.” Sesi öfkeli geliyordu, ama Rand sözcükleri zar zor seçebiliyordu. Onu işiten herhangi biri, sedyenin yere sürtünmesini de işitebilirdi. Rand yarım kulakla dinleyerek devam etti. “Asla barış yapmazlar. Asla. Ama barış işareti olarak bir filiz getirmişler. Yüzyıl boyunca büyümüş. Yabancılarla asla barış yapmayanlarla yüzyıl süren bir barış. Neden ağacı kestiler? Neden? Avendoraldera’nın bedeli kandır. Laman’ın kibirinin bedeli kan.” Sesi yine alçaldı ve mırıltıya dönüştü.
Rand yorgunluk içinde, Tam’in şimdi nasıl bir ateş rüyası gördüğünü merak etti. Yaşam Ağacı’nın her tür mucizevi özelliği olduğu düşünülürdü, ama hikayelerden hiçbiri bir filizden ya da “onlar”dan bahsetmezdi. Yalnızca bir Yaşam Ağacı vardı ve o da o da Yeşil Adam’a aitti.
Daha o sabah, Yeşil Adam ve Yaşam Ağacı hakkındaki lakırdıların aptalca olduğunu düşünebilirdi. Bunlar yalnızca hikayeydi. Öyle mi aslında? Bu sabah, Trolloclar da yalnızca hikayeydi. Belki tüm hikayeler çerçilerin ve tüccarların getirdiği haberler kadar gerçekti, âşığın tüm hikayeleri, geceleyin şöminenin önünde anlatılan tüm hikayeler. Belki şimdi de Yeşil Adam’la ya da bir Ogier devi ile ya da vahşi, siyah peçeli bir Aiel ile tanışırdı.
Tam’in yine konuşmaya başladığını fark etti. Bazen mırıldanıyor, bazen anlaşılabilecek kadar yüksek sesle konuşuyordu. Zaman zaman nefes nefese duruyor, sonra arada konuşmaya devam etmiş gibi sürdürüyordu.
“…savaşlar hep sıcaktır, karda olsalar bile. Ter sıcaklığı. Kan sıcaklığı. Yalnızca ölüm serindir. Dağın yamacı… ölüm kokmayan tek yer. O kokudan uzaklaşmalıydım… görüntüsü… bir bebeğin ağladığını duydum. Kadınları da bazen erkeklerinin yanında savaşırdı, ama neden o kadının gelmesine izin vermişlerdi, bilmiyorum… orada tek başına doğurmuş, sonra yaraları yüzünden ölmüş… çocuğu kadının pelerinine sardım, ama rüzgar… pelerini uçurdu… çocuk soğuktan morardı. O da ölmüş olmalıydı… orada ağlıyordu. Karın üzerinde ağlıyordu. Çocuğu bırakamadım… bizim değil… senin çocuk istediğini biliyordum. Onu yüreğine alacağını biliyordum, Kari. Evet, güzelim. Rand güzel isim. Güzel isim.”
Rand’ın bacakları aniden sahip oldukları azıcık gücü de kaybetti. Sendeledi, dizlerinin üzerine çöktü. Tam sarsıntı ile inledi ve battaniye şeridi Rand’ın omuzlarını kesti, ama ikisinin de farkında değildi. O anda bir Trolloc üzerine atlasa, bakmaktan başka bir şey yapamazdı. Omzunun üzerinden, sözcüksüz mırıltılara dalmış Tam’e baktı. Ateşin sebep olduğu rüyalar, diye düşündü donuk donuk. Ateş hep kabus getirir, üstelik bu, ateş olmadan da kabus getiren bir geceydi.
“Sen benim babamsın,” eledi yüksek sesle, elini uzatıp Tam’e dokunarak, “ve ben…” Ateş kötüleşmişti. Çok daha kötü.
Sertçe ayağa kalkmaya çabaladı. Tam birşeyler mırıldandı, ama Rand daha fazla dinlemeyi reddetti. Ağırlığını kendi uydurduğu koşuma vererek tüm dikkatini kurşun gibi ağırlaşmış bir adımı ötekinin önüne koymaya, Emond Meydanı’nın güvenliğine ulaşmaya verdi. Ama zihninin derinliklerindeki yankıyı susturamıyordu. O benim babam. Bu yalnızca ateşin sebep olduğu bir rüya. O benim babam. Bu yalnızca ateşin sebep olduğu bir rüya. Işık, ben kimim?
7
ORMANIN DIŞINDA
Sabahın ilk gri ışıkları, Rand hâlâ ormanda bata çıka ilerlerken belirdi. Başta görmedi. Sonunda fark ettiğinde, solan karanlığa şaşkınlık içinde baktı. Gözleri ona ne derse desin, tüm geceyi çiftlikten Emond Meydanı’na gitmeye çalışarak geçirdiğine inanmakta güçlük çekiyordu. Elbette, gündüz Taşocağı Yolu, taşlı da olsa, gece ormanından çok farklıydı. Diğer yandan, kara atlıyı yolda görmesinin üzerinden günler, Tam ile birlikte akşam yemeği için içeri girmesinin üzerinden haftalar geçmiş gibi geliyordu. Artık omzunu kesen şeridi hissetmiyordu, ama zaten omuzlarında hissizlik dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Ve ayaklarında. Arada kalan yerler başka konuydu. Nefesi, uzun zaman önce boğazını ve ciğerlerini yakmaya başlamış, ağzından yorgun solumalar halinde çıkıyordu ve açlık midesini burkuyor, bulandırıyordu.
Tam bir süre önce susmuştu. Rand, mırıltılar kesileli ne kadar olduğundan emin değildi, ama Tam’i kontrol etmek için durmaya cesaret edemiyordu. Bir kez durursa, bir daha asla harekete geçemeyebilirdi. Zaten Tam’in durumu ne olursa olsun, şu anda yaptığının ötesinde bir şey yapamazdı. Tek umudu köydeydi. Bitkinlik içinde hızını artırmaya çalıştı, ama tahtaya dönmüş bacakları yavaş adımlarına devam etti. Soğuğun ve rüzgarın neredeyse hiç farkında değildi.
Belirsiz bir odun dumanı kokusu aldı. Köy bacalarının kokusunu aldığına göre yaklaşmış olmalıydı. Yüzünde belirmeye başlayan yorgun gülümseme, yerini çatık kaşlara bıraktı. Havadaki duman kokusu ağırdı –çok ağır. Hava bu kadar soğukken, köydeki her ocakta gür bir ateş yanıyor olabilirdi, ama duman kokusu yine de çok ağırdı. Zihninde yine yoldaki Trollocları gördü. Trolloclar doğudan gelmiş, Emond Meydanı’na doğru gitmişlerdi. İlk evleri görmeye çalışarak ileriye baktı. İlk insanı görür görmez yardım için seslenmeye hazırdı, bu Cenn Buie ya da Coplinlerden biri bile olsa. Kafasının arkasındaki küçük bir ses oradan birinin hâlâ yardım eli uzatabilecek durumda olmasını umut etmesini söylüyordu.
Aniden son çıplak dallı ağaçların arasından bir ev görüldü. Elinden, ayaklarını hareket ettirmeye devam etmekten fazlası gelmiyordu. Sendeleyerek köye girerken, umut, keskin bir ümitsizliğe dönüştü.
Emond Meydanı’nın evlerinden yarısının yerinde kömürleşmiş yıkıntılar duruyordu. İs kaplı bacalar kararmış odunların arasından kirli parmaklar gibi çıkmıştı. Yıkıntılardan hâlâ ince dumanlar yükseliyordu. Bazıları hâlâ geceliklerinin içinde, sert yüzlü köylüler külleri karıştırıyor, orada bir tencere çıkarıyor, burada bir sopayla üzgün üzgün yığınları dürtüklüyordu. Alevlerden kurtarılan birkaç eşya sokaklara saçılmıştı; yüksek aynalar, cilalı büfeler, yüksek dolaplar, tozların içinde, yatak takımlarının altına gömülmüş masa ve sandalyelerin, mutfak araçlarının, birkaç giysinin, kişisel eşyaların yanında duruyordu.