Выбрать главу

Dağlara ismini veren, daima bulutlarla kaplı zirvelerin altında doğan rüzgar, doğuya, Kum Tepeleri boyunca, Dünyanın Kırılışı’ndan önce büyük bir okyanusun kıyıları olan yer boyunca esti. Aşağıya, İki Nehir’e doğru, Batıormanı denilen dolaşık ormana doğru çırpındı ve Taşocağı Yolu denilen taşlık yolda bir at ve araba ile yürüyen iki adamı dövdü. Baharın gelmesinin üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, rüzgar sanki kar getirmeyi tercih edermişcesine buz gibi bir soğuk taşıyordu.

Esintiler Rand al’Thor’un pelerinini sırtına yapıştırdı, toprak rengi yün kumaşı bacaklarına çarptı, sonra arkasında havalandırdı. Rand, ceketinin daha kalın olmasını ya da fazladan bir gömlek giymiş olmayı isterdi. Pelerini, yerine çekiştirmeyi denediği zamanların yarısında kalçasında sallanan sadağa takılıyordu. Pelerini tek elle tutmaya çalışmanın bir faydası yoktu, diğer elinde oku takılmış, çekilmeye hazır bir yay vardı.

Özellikle güçlü bir esinti pelerini elinden kopardığında, uzun tüylü, kahverengi kısrağın üzerinden babasına baktı. Tam’in hâlâ orada olduğundan emin olmak istediği için kendini biraz aptal gibi hissediyordu, ama bu o tür bir gündü. Rüzgar yükselirken uluyordu, ama bunun dışında toprağın üzerinde ağır bir sessizlik asılıydı. Aksın yumuşak gıcırtısı yüksek geliyordu. Ormanda öten kuşlar, dallarda çıtırdayan sincaplar yoktu. Gerçi bunları beklemiyordu, gerçekten, bu bahar bunları zaten beklemiyordu.

Yalnızca kış boyunca yapraklarını ve iğnelerini dökmeyen ağaçlarda biraz yeşillik vardı. Geçen senenin böğürtlenlerinin dolaşık dalları ağaçların altına saçılmış taşların üzerine kahverengi ağlar yayıyordu. Görülen pek az otun çoğunluğu ısırgandı; kalanı ya sivri dikenli bitkiler, ya da onları ezen dikkatsiz çizmelerin üzerinde pis bir koku bırakan kokuşmuşotları idi. Sıkı ağaç topluluklarının derin bir gölge düşürdüğü yerlerde, beyaz kar birikintileri hâlâ toprağı örtüyordu. Işığının ulaşmadığı yerlerde güneş ne aydınlık, ne ısı veriyordu. Solgun solgun doğudaki ağaçların üzerine oturmuştu, ama ışığı karanlıktı, sanki gölgeyle karışmış gibi. Hoş olmayan düşünceler yaratan sıkıntılı bir sabahtı.

Rand düşünmeden okuna dokundu; Tam’in ona öğretmiş olduğu gibi, tek harekette yanağına kadar çekmeye hazırdı. Kış çiftliklerde yeterince zorlu geçmişti, en yaşlı kişilerin hatırladığından daha zorlu, ama İki Nehir’e inen kurtların sayısına bakılırsa, dağlarda daha sert geçmiş olmalıydı. Kurtlar koyun ağıllarına saldırmış, sığır ve atlara ulaşmak için ahır duvarlarını dişleriyle parçalamıştı. Ayılar da koyunların peşindeydi, halbuki yıllardır oralara ayı inmemişti. Artık hava karardıktan sonra dışarıda olmak güvenli değildi. İnsanlar da, koyunlar kadar av konumundaydı ve her zaman güneşin batmış olması gerekmiyordu.

Tam, Bela’nın öbür yanında, mızrağını yürüyüş asası olarak kullanarak, kahverengi pelerinini bayrak gibi dalgalandıran rüzgara aldırış etmeden, telâşsızca yürüyordu. Zaman zaman kısrağın böğrüne hafifçe dokunarak, yürümeye devam etmesini hatırlatıyordu. Geniş göğsü ve yüzüyle, o sabah bir gerçeklik anıtı gibiydi. Bir düşün ortasındaki kaya gibi. Güneşle kabalaşmış yanakları çizgili, saçının grisinde yalnızca bir tutam siyah kalmış olabilirdi, ama içinde, sanki sele kapılsa bile ayakları yerden kesilmeyecekmiş gibi bir sağlamlık vardı. Şimdi yol boyunca sakin sakin yürüyordu. Kurtlar ve ayılar, koyunları olan her adamın dikkat etmesi gereken şeyler hiç sorun değil, diyordu tavırları, ama Tam al’Thor’un Emond Meydanı’na ulaşmasını engellemeye çalışmasalar iyi olurdu.

Tam’in sakinliği Rand’a görevini hatırlattı ve suçlu suçlu yolun kendine düşen tarafını gözlemeye başladı. Babasından ve o bölgedeki herkesten bir baş uzundu ve görünüşünde Tam’dan çok az şey vardı, belki omuzlarının genişliği dışında hiçbir şey. Tam, gri gözleri ile saçlarının kızıllığının annesinden geldiğini söylüyordu. Annesi bir yabancı idi ve Rand onun gülümseyen yüzü dışında pek bir şey hatırlamıyordu, yine de her bahar Bel Tine’da ve her yaz, pazarları mezarına çiçek koymaya devam ediyordu.

Tam’in elma brendisinden iki küçük fıçı ile, kışın bekletilmekten biraz sertleşmiş sekiz büyük fıçı elma şarabı yalpalayan arabada duruyordu. Tam her yıl, Bel Tine’da kullanılmak üzere Badeçay Hanı’na bunların aynısını teslim ederdi ve bu bahar teslimatını yapmasını engellemek için kurtlar ve soğuk bir rüzgardan daha fazlasının gerekeceğini ilan etmişti. Hattâ, haftalardır köye bile gitmiyorlardı. Tam bile bugünlerde fazla yolculuk yapmıyordu. Ama brendi ve şarap konusunda söz vermişti, yine de teslimat için festivalden bir gün öncesine kadar beklemişti. Tam için sözünü tutmak önemliydi. Rand ise çiftlikten uzaklaştığı için memnundu, neredeyse Bel Tine’ın gelmesinden olduğu kadar memnun.

Rand yolun kendi tarafını gözetlerken, içinde izleniyormuş gibi bir his doğdu. Bir süre bunu üstünden atmaya çalıştı. Ağaçların arasında rüzgardan başka hiçbir şey kıpırdamıyor, ses çıkarmıyordu. Ama duygu devam etti, güçlendi. Kollarındaki tüyler diken diken oldu, derisi, içinden gıdıklanıyormuş gibi iğnelendi.

Kollarını ovalamak için yayını kaydırdı ve kendi kendine hayallere kapılmamasını söyledi. Ağaçların arasında, yolun kendi tarafında hiç kimse yoktu ve diğer yanda birisi olsaydı Tam söylerdi. Omzunun üzerinden baktı… ve gözlerini kırpıştırdı. Yolun aşağısında, yirmi adım uzakta pelerinli bir adam at sırtında onları takip ediyordu-, hem at, hem de atlı siyah, mat ve parıltısızdı.

Bakarken yürümeye devam etmesini sağlayan yalnızca alışkanlık olmuştu.

Atlının pelerini botlarına kadar iniyordu, pelerinin başlığı iyice çekilmişti, öyle ki, adamın hiçbir yeri görünmüyordu. Rand dalgın dalgın, atlıda bir gariplik olduğunu düşündü, ama onu asıl etkileyen, başlığın gölgeli aralığı olmuştu. Yalnızca, bir yüze ait belli belirsiz çizgiler görüyordu, ama içinde, atlının doğrudan gözlerinin içine baktığı hissi vardı. Ve gözlerini alamıyordu. Midesinde bir bulantı hissetti. Başlıkta yalnızca gölge görülebiliyordu, ama öfkeli bir yüze bakarcasına, her şeye karşı hissettiği nefreti hissedebiliyordu, yaşayan her şeye karşı. Her şeyden fazla, kendisine karşı.

Aniden ayağına bir taş takıldı ve gözlerini karanlık atlıdan çevirerek sendeledi. Yayı yola düştü ve onu sırt üstü serilmekten kurtaran, Bela’nın yularına son anda tutunması oldu. Kısrak korkmuş bir kişnemeyle durdu ve başını çevirerek onu yakalayanın kim olduğuna baktı.

Tam, Bela’nın sırtının üzerinden ona baktı. “İyi misin, evlat?”

“Bir atlı,” dedi Rand nefes nefese, doğrulmaya çalışırken. “Yabancı biri bizi takip ediyordu.”

“Nerede?” Yaşlı adam geniş uçlu mızrağını kaldırdı ve dikkatle geriye baktı.

“Orada, yolun…” O tarafa dönerken Rand’ın sözcükleri soldu gitti. Arkada, yol boştu. İnanmayarak, yolun her iki yanındaki ağaçlıklara baktı. Çıplak dallı ağaçlar saklanacak bir yer vermiyordu, ama at ve atlıya ilişkin hiçbir iz yoktu. Babasının sorgulayan bakışları ile karşılaştı. “Oradaydı. Siyah pelerinli, siyah ata binen bir adam.”

“Sözüne inanmazlık etmem, evlat, ama nereye gitti?”

“Bilmiyorum. Ama oradaydı.” Düşmüş olan ok ve yayı kaptı, yayı tekrar hazırlarken okun tüyünü aceleyle kontrol etti ve yarıya kadar gerdi. Hedef oluşturacak hiçbir şey yoktu. “Oradaydı.”