“Gelmiyor,” diye bildirdi Thom Merrilin, uzun adımlarla odaya girerken. Beyaz, çalı gibi kaşlarını çatarak Rand’a dik dik baktı. “Babanı çoktan gördüğünü bana söylemedin. Kız neredeyse kafamı koparacaktı.”
“Sanmıştım ki… Bilmiyorum… belki Belediye Başkanı bir şey yapabilir, Hikmet’in anlamasını sağlayabilir…” Rand yumruklarını sıkarak şömineden Bran’e döndü. “Al’Vere Efendi, ne yapabilirim?” Şişman adam çaresizce başını salladı. Tam’in alnına yeni ıslattığı bir bez koydu ve Rand’ın gözlerine bakmaktan kaçındı. “Ölmesini seyredemem, al’Vere Efendi. Birşeyler yapmak zorundayım.” Aşık konuşacakmış gibi kıpırdandı. Rand hevesle ona döndü. “Bir fikrin mi var? Her şeyi denerim.”
“Yalnızca merak ediyordum,” dedi Thom, uzun saplı piposunu başparmağıyla sıkıştırarak. “Belki Belediye Başkanı kapısına Ejder Dişi çizenin kim olduğunu biliyordur.” Piposuna, sonra Tam’e baktı ve içini çekerek yanmayan pipoyu dişlerinin arasına sıkıştırdı. “Birisi artık ondan hoşlanmıyor gibi. Ya da belki hoşlanmadıkları konuklarıdır.”
Rand ona tiksinti dolu bir bakış fırlattı, sonra dönüp gözlerini ateşe dikti. Düşünceleri alevler gibi dans ediyordu ve yine alevler gibi, yalnızca tek bir şeye odaklanmıştı. Pes etmeyecekti. Orada durup Tam’in ölmesini izleyemezdi. Babam, diye düşündü öfkeyle. Babam. Ateşi düşünce bu konu da açıklığa kavuşturulabilirdi. Ama önce ateş. Ama nasıl?
Bran al’Vere’in ağzı, Rand’ın sırtına bakarken gerildi. Âşığa diktiği dik bakışları bir ayıyı bile tereddüte düşürebilirdi, ama Thom hiçbir şey fark etmemiş gibi beklenti içinde bakmaya devam etti.
“Muhtemelen Congarların ya da bir Coplin’in işidir,” dedi Belediye Başkanı sonunda, “ama hangisi olduğunu yalnızca Işık bilir. Büyük bir aile ve biri hakkında söylenecek kötü bir şey olmasa bile onlar söyler. Cenn Buie yanlarında tatlı dilli kalır.”
“Şafaktan hemen önce gelen arabaya doluşmuş olanlar mı?” diye sordu Âşık. “Trollocların kokusunu bile almamışlardı ve tek bilmek istedikleri, Festival’in ne zaman başlayacağı idi. Sanki köyün yarısının kül olduğunu görmemişler gibi.”
Al’Vere Efendi sert sert başını salladı. “Ailenin bir dalı. Ama hiçbiri çok farklı değildir. O aptal Darl Coplin, gecenin yarısını Moiraine Hanım ile Lan Efendi’yi handan, köyden çıkarmamı talep ederek geçirdi. Sanki onlar olmadan geriye köy kalırmış gibi.”
Rand konuşmayı yarım kulakla dinliyordu, ama hu son kısım onu konuşmaya zorladı. “Ne yaptılar?”
“Kadın berrak gece göğünden bir şimşek topu çağırdı,” diye yanıt verdi al’Vere Efendi. “Doğrudan Trollocların üzerine yolladı. Yanlarında parçalanan ağaçları gördün. Trollocların durumu daha iyi değildi.”
“Moiraine mi?” dedi Rand inanmazlıkla ve Belediye Başkanı başını salladı.
“Moiraine Hanım. Ve Lan Efendi elinde kılıcı ile fırtına gibiydi. Kılıcıyla mı? Adamın kendisi bir silahtı ve aynı anda on yerde birden varmış gibiydi. Beni yaksalar bile, ama dışarı çıkıp kendim görmeseydim inanmazdım…” Elini kel kafasından geçirdi. “Kış Gecesi ziyaretleri yeni başlamıştı. Ellerimiz armağanlarla ve ballı keklerle, kafamız şarapla doluydu. Sonra köpekler hırladı ve aniden ikisi handan fırladı, Trolloclar hakkında bağırarak köyün içinde koşmaya başladı. Fazla şarap içtiklerini düşündüm. Hem… Trolloclar mı? Sonra, kimse ne olduğunu anlamadan o… o şeyler sokaklara doluştu, kılıçları ile insanları biçmeye, evleri ateşe vermeye başladı. Ulumaları insanın kanını donduruyordu.” Boğazından tiksinti dolu bir ses çıkardı. “Lan Efendi cesaretimizi yerine getirene kadar kümese girmiş tilkiden kaçan tavuklar gibi kaçıştık.”
“Kendine karşı bu kadar sert olmana gerek yok,” dedi Thom. “Sende elinden geleni yaptın. Orada yatan Trollocların hepsi ikisine kurban gitmedi.”
“Hımm… evet.” Al’Vere Efendi silkelendi. “Yine de inanılmayacak kadar fazla. Emond Meydanı’nda bir Aes Sedai. Ve Lan Efendi bir Muhafız.”
“Aes Sedai mi?” diye fısıldadı Rand. “Olamaz. Onunla konuştum. O… o…”
“Tabela taktıklarını mı sanıyordun?” dedi Belediye Başkanı çarpık bir gülümseme ile. “Sırtlarına yazılmış bir ‘Aes Sedai’ tabelası. Ya da belki, ‘Tehlike, uzak durun’?” Aniden elini alnına vurdu. “Aes Sedai. Ben ihtiyar aptalın tekiyim ve aklımı yitiriyorum. Risk almaya hazırsan bir şans var, Rand. Sana bunu yapmanı söyleyemem ve ben senin yerinde olsam cesaretim olur muydu, onu da bilemiyorum.”
“Bir şans mı?” dedi Rand. “Yardımı olacaksa her riski göze alırım.”
“Aes Sedailer iyileştirebilir, Rand. Yak beni, evlat, hikayeleri duydun. İlaçların işe yaramadığı yerde onlar iyileştirebilir. Âşık, sen bunu benden iyi hatırlıyor olmalıydın. Âşıkların hikayeleri Aes Sedailerle doludur. Neden çırpınıp durmamı izleyeceğine konuşmadın?”
“Ben buranın yabancısıyım,” dedi Thom, özlemle sönük piposuna bakarak. “Ve iyi adam Coplin, Aes Sedailerle ilgili hiçbir şey istemeyen tek kişi değil. Fikrin senden gelmesi daha iyiydi.”
“Bir Aes Sedai,” diye mırıldandı Rand, ona gülümseyen kadını hikayelerde dinlediklerine uydurmaya çalışarak. Hikayelere göre bir Aes Sedai’nin yardımı bazen hiç yardım olmamasından daha kötüydü, bir pastadaki zehir gibi. Armağanlarında hep olta gibi bir çengel olurdu. Aniden cebindeki para, Moiraine’in verdiği para, alev alev yanan bir kömür parçası gibi geldi. Onu cebinden çıkarıp pencereden dışarı atmamak için kendini zor tuttu.
“Kimse Aes Sedailerle ilişkisi olsun istemez, evlat,” dedi Belediye Başkanı yavaşça. “Görebildiğim tek şans bu, ama yine de kolay bir karar sayılmaz. Ben senin yerine karar veremem, ama Moiraine Hanım’dan yalnızca iyilik gördüm… Moiraine Sedai’den, demeliyim sanırım. Bazen” –Tam’e anlamlı anlamlı baktı– “şansın az olsa bile risk almalısın.”
“Hikayelerin bazıları bir açıdan abartılmıştır,” diye ekledi Thom, sözcükler ağzından zorla çıkıyormuş gibi. “Bazıları. Dahası, evlat, başka ne seçeneğin var ki?”
“Yok.” Rand içini çekti. Tam hâlâ tek bir kasını oynatmamıştı; gözleri, bir haftadır hasta yatıyormuş gibi çökmüştü. “Ben… ben gidip onu bulacağım.”
“Köprülerin karşı tarafında,” dedi Âşık, “ölü Trolloclardan kurtuldukları yerde. Ama dikkatli ol, evlat. Aes Sedailer yaptıklarını kendilerine has sebeplerden yaparlar ve bu her zaman başkalarının düşündüğü sebep olmayabilir.”
Sonuncusu, kapıdan koşarak çıkan Rand’ı takip eden bir bağırıştı. Kın koşarken bacaklarına takılmasın diye kılıcın kabzasını tutmak zorunda kalıyordu, ama kemeri çıkaracak kadar zaman harcayamazdı. Merdivenlerden indi ve handan dışarı fırladı. Yorgunluğunu unutmuştu. Tam için bir şans, ne kadar ufak olsa da, uykusuz geçen bir geceyi altetmeye yeterdi, en azından şimdilik. O şansın bir Aes Sedai’den gelmesini ya da bedelinin ne olacağını düşünmek istemiyordu. Ve bir Aes Sedai ile yüz yüze olmak… Derin bir nefes aldı ve daha hızlı koşmaya çalıştı.
Ateşler kuzeydeki son evlerin epey ötesinde, Seyrantepe yolunun Batıormanı tarafındaydı. Rüzgar hâlâ köyden uzağa, yağlı, siyah duman sütunları sürüklüyordu, ama yine de, ateşte fazla bırakılmış rosto gibi mide bulandırıcı, tatlımsı bir koku havayı dolduruyordu. Rand kokuyu duyunca öğürdü, sonra kaynağını fark edince yutkundu. Bel Tine ateşleri ile yapılacak güzel bir şey. Ateşleri besleyen adamların ağızlarına ve burunlarına kumaş parçaları sarılmıştı, ama yüzlerini buruşturmalarından, sirkeyle ıslattıkları kumaşların yeterli olmadığı açıkça belli oluyordu. Sirke kokuyu yok ediyor olsa da, kokunun hâlâ orada olduğunu ve ne yaptıklarını biliyorlardı.