“Uyandırmamaya dikkat et,” dedi al’Vere Hanım. Sesi, kararlı, fakat sevecen çıkmıştı. “Sana bir yastık ve battaniye getiririm.”
Kapı en sonunda arkalarından kapandığında, Rand odadaki tek sandalyeyi yatağın yanına çekti ve oturup Tam’i izlemeye başladı. Al’Vere Hanım uykudan bahsedebilirdi elbette –çenesi yeni bir esnemeyi bastırmaya çalışırken çıtırdadı– ama henüz uyuyamazdı. Tam her an uyanabilirdi ve belki kısa bir süre uyanık kalırdı. Uyandığında, Rand bekliyor olmalıydı.
Yüzünü buruşturdu ve kılıcın kabzasını dalgın dalgın kaburgalarından çekerek, sandalyede yer değiştirdi. Moiraine’in söylediklerini kimseye anlatmak istemiyordu, ama bu Tam’di. Bu… Farkına varmadan çenesini sıktı. Babam. Babama her şeyi söyleyebilirim.
Biraz daha kaykıldı ve başını sandalyenin sırtına dayadı. Tam babasıydı ve kimse babasına ne söyleyip, ne söylemeyeceğini emredemezdi. Tam uyanana kadar uyanık kalmalıydı. Yalnızca bunu yapmalıydı…
9
ÇARK’IN ANLATTIKLARI
Koşarken Rand’ın yüreği çarpıyordu. Dehşet içinde onu çevreleyen çıplak tepelere baktı, Burası baharın gelmesinin geciktiği bir yer değildi; bahar buraya hiç gelmemişti ve hiç gelmeyecekti de. Çizmelerinin altında ezilen soğuk toprakta hiçbir şey büyümüyordu, diken bile. Kendisinin iki katı kayaların arasından tırmandı; taşlar, tek bir damla yağmur düşmemiş gibi tozla kaplıydı. Güneş; şişmiş, kan kırmızısı bir toptu, yazın en sıcak günlerinden daha alev alev, gözleri dağlayacak kadar parlaktı, ama bulutların keskin siyah ve gümüşlerle bulandığı, ufuklarda kaynadığı kurşun bir kazanı andıran gökyüzünün üzerinde çıplak duruyordu. Dönen bulutlara rağmen toprağın üzerinde tek bir esinti yoktu ve asık suratlı güneşe rağmen, hava kış ortasında olduğu gibi yakıcı derecede soğuktu.
Rand koşarken omzunun üzerinden arkaya baktı, ama onu kovalayanları göremedi. Yalnızca ıssız tepeler, çoğunun zirvesinde siyah duman sütunlarının dönen bulutlara katılmak için yükseldiği çentikli, siyah dağlar vardı. Fakat avcıları göremese de, arkasından uluduklarını işitebiliyordu. Avın sevinci ile bağıran, gırtlaktan gelen sesler, kan coşkusu ile uluyorlardı. Yaklaşıyorlardı ve gücü tükenmek üzereydi.
Çaresiz bir telaşla keskin kenarlı bir tepeye tırmandı, sonra inleyerek dizlerinin üzerine çöktü. Aşağıda dik bir kaya duvar, üç yüz metrelik bir uçurum halinde engin bir kanyona iniyordu. Kanyon zeminini nemli bir sis kaplamıştı; yoğun, gri yüzeyi sert dalgalar halinde yuvarlanıyor, altındaki yamaca çarpıyordu, ama okyanus dalgalarından daha yavaş hareket ediyordu. Sis parçaları, altında büyük ateşler aniden alevlenirmiş gibi kırmızı kırmızı parlıyor, sonra sönüyordu. Vadinin derinliklerinde gökgürültüleri kükrüyor, griliğin içinde şimşekler çakıyor, bazen gökyüzüne fırlıyordu.
Gücünü tüketen ve geride kalan boşluğu ümitsizlikle dolduran vadinin kendisi değildi. Öfkeli dumanların ortasından bir dağ yükseliyordu; Puslu Dağlar’ın hepsinden daha yüksek bir dağ, umudun kaybedilişi kadar kara bir dağ. O kasvetli taş kule, gökyüzünü delen hançer, ümitsizliğinin asıl kaynağıydı. Onu daha önce hiç görmemişti, ama biliyordu. Dokunmaya çalıştığında kulenin anısı cıva gibi parıldadı, ama anı oradaydı. Orada olduğunu biliyordu.
Görünmez parmaklar ona dokundu, kollarını ve bacaklarını çekiştirdi, onu dağa çekmeye çalıştı. Bedeni, itaat etmeye hazır bir biçimde seyirdi. Kolları ve bacakları, el ve ayak parmaklarını taşa batırabileceğini sanırmış gibi katılaştı. Hayalet ipler yüreğine dolandı, onu kule-dağa çekti, çağırdı. Yüzünden aşağı gözyaşları aktı ve Rand yere çöktü. İradesinin, delik bir kovadan sızan su gibi tükendiğini hissetti. Biraz daha, ve sonra çağrıldığı yere gidecekti. İtaat edecek, kendisine söyleneni yapacaktı. Aniden bir duygu daha keşfetti: öfke Onu çek, onu it; o, ağıla güdülecek bir koyun değildi. Öfke büzülerek sert bir düğüm oldu ve Rand selde bir sala tutunur gibi ona tutundu.
Bana hizmet et, diye fısıldadı bir ses zihninin kıpırtısızlığı içinde. Tanıdık bir sesti. Dikkatle dinlerse tanıyacağından emindi. Bana hizmet et. Rand sesi kafasından çıkarmak için başını salladı. Bana hizmet et! Rand yumruğunu siyah dağa doğru salladı. “Işık seni tüketsin, Shai’tan!”
Aniden, çevresini koyu bir ölüm kokusu sardı. Tepesine, kuru kan rengi cüppe giymiş bir şekil, yüzü olan dikildi. Ona bakan yüzü görmek istemiyordu. O yüz hakkında düşünmek istemiyordu. Onu düşünmek canını yakıyor, zihnini köze çeviriyordu. Bir el ona doğru uzandı. Kenardan aşağı düşmeye aldırmayarak kendini attı. Uzaklaşmak zorundaydı. Çok uzaklara gitmeliydi. Havada çırpınarak, çığlık atmak isteyerek, ama gerekli nefesi bulamayarak, hiç nefes alamayarak düştü.
Aniden artık çıplak topraklarda değildi, artık düşmüyordu. Kışın kahverengileştirdiği otlar, çizmelerinin altında düzleşmişti; çiçek gibi görünüyorlardı. Çevresinde hafifçe yükselip alçalan düzlüğe saçılmış, dağınık ağaçları ve çalıları görünce gülecek oldu. Uzakta zirvesi kırılmış, yarılmış tek bir dağ vardı, ama bu dağ korku ya da ümitsizlik getirmedi. Yalnızca bir dağdı, ama görünürde başka dağ yokken, tuhaf bir şekilde yersiz görünüyordu.
Dağın yanında geniş bir ırmak akıyordu ve ırmağın ortasındaki bir adada, bir âşığın hikayesinden çıkmış gibi görünen bir şehir vardı. Şehir, sıcak güneşin altında beyaz ve gümüş parlayan duvarlarla çevriliydi. Rahatlama ve sevinç içinde, bir şekilde orada bulacağını bildiği güvenlik ve dinginlik için duvarlara doğru yürümeye başladı.
Yaklaştıkça, yükselen kuleleri de ayırt etmeye başladı. Çoğu, açık havayı aşan harika yürüyüş yolları ile birbirine bağlanmıştı. Yüksek köprüler ırmağın iki kıyısından ada şehrine doğru kubbeleniyordu. O uzaklıktan bile, köprülerin üzerindeki dantel gibi taş işçiliğini görebiliyordu. Altlarında akan hızlı sulara dayanamayacak kadar narin görünüyorlardı. O köprülerin ötesinde güvenlik vardı. Sığınak vardı.
Aniden, kemiklerinde bir soğukluk dolaştı; derisi buz gibi, yapış yapış oldu ve çevresindeki hava küf ve kokuşmuşluk doldu. Arkasına bakmadan koştu, donduran parmakları sırtına sürtünen, pelerinini çekiştiren avcısından kaçtı, ışık yiyen şekilden kaçtı, yüzü… Yüzü, dehşet verici olması dışında hatırlamak istemiyordu. Koştu ve ayaklarının altında toprak, yuvarlanan tepeler, düzlükler akıp geçti… ve çılgına dönmüş bir köpek gibi ulumak istedi. Şehir ondan uzaklaşıyordu. Ne kadar hızlı koşarsa, parlak, beyaz duvarlar, o sığınak, o kadar hızlı uzaklaşıyordu. Duvarlar küçüldü, küçüldü, ta ki, ufukta yalnızca küçük, solgun bir nokta kalana kadar. Takipçisinin soğuk eli yakasına yapıştı. O parmaklar ona bir dokunursa, delireceğini biliyordu. Ya da daha kötüsü. Çok daha kötüsü. Tam bunu anladığı sırada ayağı takıldı ve düştü…
“Hayıııııır!” diye çığlık attı.
… ve kaldırım taşları ciğerlerindeki havayı boşaltırken homurdandı. Şaşkınlık içinde ayağa kalktı. Irmağın üzerinde yükseldiğini gördüğü o harika köprülerden birinin girişinde duruyordu. Her iki yanında gülümseyen insanlar yürüyordu. Öyle renkli giysilere bürünmüşlerdi ki, aklına bir yabançiçeği tarlası geldi. Bazıları onunla konuştu, ama sözcükleri tanıyor olması gerekirmiş gibi gelse de, anlayamıyordu. Fakat yüzleri dostcanlısıydı ve insanlar yürümesini işaret etti. Girift taş işlemeli köprüden, ötedeki parlak, gümüş çizgili duvarlara ve kulelere doğru ilerledi. Orada beklediğini bildiği güvenliğe doğru.