Выбрать главу

Tam kırlaşmış başını salladı. “Öyle diyorsan öyledir, evlat. Gel, o zaman. Bu toprakta bile at nalı iz bırakır.” Pelerini rüzgarda dalgalanırken arabanın arkasına doğru yürümeye başladı. “İzleri bulursak, gerçekten orada olduğunu anlarız. Bulamazsak… eh, bugünler, insana hayal gördüğünü zannettirecek günler.”

O anda Rand, atlının orada olmasından daha garip olanın ne olduğunu f ark etti. Tam ile kendisini döven rüzgar, o siyah pelerinin tek bir kıvrımını bile kıpırdatmıyordu. Aniden ağzı kurudu. Hayal etmiş olmalıydı. Babası haklıydı; bu sabah, insanın hayal gücünü kamçılayan bir sabahtı. Ama buna inanmıyordu. Fakat babasına, görünüşte havaya karışmış olan adamın rüzgarın dokunmadığı bir pelerin giydiğini nasıl söyleyebilirdi?

Endişeli bir ifadeyle çevrelerindeki ağaçlığa göz gezdirdi; daha önce göründüğünden daha farklı geliyordu gözüne. Yürümeye başladığından beri ormanda serbestçe dolaşmıştı. Yüzmeyi Emond Çayırı’nın ötesinde, doğuda, Irmak Korusu’ndaki göller ve derelerde öğrenmişti. Kum Tepeleri’ni keşfetmişti –İki Nehir’dekilerin çoğu bunun kötü şans anlamına geldiğini söylerlerdi– hattâ bir keresinde en iyi arkadaşları Mat Cauthon ve Perrin Aybara ile Puslu Dağlar’ın eteklerine kadar gitmişti. Bu, Emond Çayırı’nda yaşayan insanların gittiği en uzak yerden daha uzaktı; onlara göre en yakındaki köye, Seyran Tepe’ye veya Deven Yolu’na gitmek bile büyük bir olaydı. Gittiği yerlerin hiçbirinde onu korkutacak bir şey bulamamıştı. Ama bugün, Batı Ormanı bile hatırladığı yerlerden değildi. Böylesine çabuk kaybolabilen bir adam, aynı hızla tekrar ortaya çıkabilirdi de. Belki de hemen yanlarında.

“Hayır baba, bakmaya gerek yok.” Tam şaşırarak durdu, Rand yüzünün kızarmasını, pelerininin başlığını çekiştirerek sakladı. “Büyük olasılıkla sen haklısın. Orada olmayan bir şeye bakmanın alemi yok, özellikle de zamanımızı köye ulaşıp, bu rüzgardan kurtulmak için kullanabileceğimiz durumda.”

“Bir pipo iyi giderdi,” dedi Tam yavaşça, “ve sıcak bir yerde bir kupa bira.” Birden yüzünde geniş bir sırıtma belirdi. “Herhalde sen de Egwene’i görmek için sabırsızlanıyorsundur.”

Rand zayıfça gülümsemeyi başardı. O anda düşünmeyi isteyebileceği şeyler arasında Belediye Başkanı’nın kızı pek az önem taşıyordu. Aklının daha fazla karışmasına ihtiyacı yoktu. Geçen yıl boyunca, bir araya geldikleri her seferinde kız onu daha da tedirgin etmişti. Daha da kötüsü, kız bunun farkında değilmiş gibi görünüyordu. Hayır, kesinlikle Egwene’i düşünmek istemiyordu.

Babasının korktuğunu anlamamış olmasını umuyordu ki, Tam seslendi, “Alev ile boşluğu hatırla, evlat.”

Bu, Tam’in ona öğrettiği garip bir şeydi. Tek bir aleve odaklan ve onu tüm tutkularınla –korku, nefret, öfkenle– besle, ta ki zihnin bomboş kalana kadar. Boşluk ile bir ol, derdi Tam, o zaman istediğin her şeyi yapabilirsin. Emond Çayırı’nda başka hiç kimse bu şekilde konuşmazdı. Ama Tam, Bel Tine’daki okçuluk yarışmasını her sene, alev ve boşluğu ile kazanırdı. Rand, boşluğa tutunabilirse bu seneki yarışmada kendisinin de şansı olabileceğini düşündü. Tam’in şu anda bundan bahsetmesi, korktuğunu fark ettiğini gösteriyordu, ama bu konuda daha fazla konuşmadı.

Tam Bela’yı harekete geçirdi ve tekrar yola koyuldular. Yaşlı adam, sanki uğursuz hiçbir şey olmamış ve olamazmış gibi aldırmadan yürüyordu. Rand onu taklit edebilmeyi diledi. Aklında boşluğu yaratmaya çalıştı, ama siyah pelerinli atlı devamlı dikkatini dağıtıyordu.

Tam’in haklı olduğuna, atlının yalnızca hayal ettiği bir şey olduğuna inanmaya çalıştı, ama nefret duygusunu çok iyi hatırlıyordu. Birisini görmüştü. Ve o birisi ona zarar vermeye kararlıydı. Emond Çayırı’nın yüksek tepeli, saz damlan etraflarını sarana kadar arkasına bakmaya devam etti.

Köy, Batı Ormanı’na yakındı. Orman yavaş yavaş seyreliyor, son ağaçlar, geniş yapılı evlerin arasında duruyordu. Toprak hafif bir eğimle doğuya uzanıyordu. Ağaç toplulukları hiç bitmese de, köyden Irmak Korusu’na ve onun dereleri ile göllerden oluşan labirentine kadar bütün yol boyunca arazi, çiftlikler, çitlerle çevrilmiş tarlalar ve otlaklarla örülmüştü. Batıya doğru uzanan topraklar da aynı derecede verimliydi ve o taraftaki otlaklar çoğu sene gür olurdu, ama Batı Ormanı’nda çok az çiftlik bulunurdu. Kum Tepeleri ve Batı Ormanı ağaçlarının tepelerinde yükselen, Emond Çayırı’na uzak, ama oradan açıkça görülebilen Puslu Dağlar’ın yakınlarında onlar da yoktu. Bazıları toprağın çok taşlı olduğunu söylerdi, kimileri de kötü talihin mekanı olduğunu. Birkaçı, dağlara gerektiğinden daha fazla yaklaşmanın bir alemi olmadığını mırıldanırdı. Nedenleri ne olursa olsun, yalnızca en gözüpek insanlar Batı Ormanı’nda çiftçilik yapardı.

Araba ilk evlerin önünden geçerken, küçük çocuklar ve köpekler bağırıp çağıran sürüler halinde çevresinde koşuşturmaya başladılar. Bela, burnunun altında koşmaca oynayan ve çember çeviren çocukları dikkate almayarak yürümeye devam etti. Son aylarda çocuklar pek az oynamış, gülmüştü; hava, çocukların dışarı çıkabileceği kadar ısındığında bile, kurt korkusu onları içeride tutmuştu. Yaklaşan Bel Tine onlara oynamayı tekrar öğretmişti sanki.

Festival yetişkinleri de etkilemişti. Geniş kepenkler açılmış, hemen her evde evin hanımı, önünde önlük, uzun, örgülü saçları bir örtüyle toplanmış olarak bir pencereye çıkmış, çarşaf silkeliyor veya şilteleri havalandırıyordu. Ağaçlarda yapraklar çıksa da çıkmasa da, hiçbir kadın bahar temizliğini yapmadan Bel Tine’ın gelmesine izin vermezdi. Her bahçede çamaşır tellerinden halılar sarkıyordu ve sokağa yeterince çabuk kaçamayan çocuklar, öfkelerini hasır dövenlerle halılardan çıkarıyorlardı. Her çatıda evin beyi oturuyor, sazları kontrol ederek kışın verdiği zararın, çatı onarıcısı yaşlı Cenn Buie’yi çağırmayı gerekli kılıp kılmayacağına karar vermeye çalışıyordu.

Tam defalarca durarak rastladığı insanlarla kısa konuşmalar yaptı. O ve Rand haftalardır çiftlikten çıkmadığından, herkes o taraflardaki son durumu öğrenmeye çalışıyordu. Batı Ormanı’ndan pek az insan gelmişti. Tam, her biri bir öncekinden daha kötü olan kış fırtınalarının verdiği zarardan, ölü doğan kuzulardan ve üzerinde artık ekin bitiyor olması gereken kahverengi tarlalardan, yeşillenen otlaklardan, önceki yıllar boyunca ötücü kuşların geldiği yerlere sürülerle gelen kuzgunlardan bahsediyordu. Çevrelerinde Bel Tine hazırlıkları sürerken bunlar iç karartıcı konuşmalardı. Köylüler başlarını sallayarak karşılık veriyordu. Durum her yerde aynıydı.

Adamların çoğu omuz silktiler ve “Eh, Işık izin verirse dayanacağız,” dediler. Bazıları sırıttı ve ekledi, “Işık izin vermezse, gene dayanacağız.”

İki Nehir’in insanları işte böyleydi. Dolunun tarlalarını mahvetmesini ve kurtların kuzularını kapmasını seyretmek zorunda kalan, seneler boyunca bunları görmüş olsa da, yine baştan başlayan insanlar o kadar kolay vazgeçmiyorlardı. Vazgeçenlerin çoğu çoktan ölmüştü.

Adam birden sokağa fırlamasaydı ve durmak ile Bela’nın adamı ezmesi arasında bir seçim yapmak zorunda kalmasaydı, Tam, Wit Congar için hayatta durmazdı. Congarlar– ve Coplinler; bu iki aile arasında o kadar çok evlilik olmuştu ki, hangi ailenin nerede bittiğini ve hangisinin nerede başladığını kimse bilmezdi –Seyrantepe’den Deven Yolu’na, hattâ Taren Salı’na kadar herkesçe devamlı şikayet eden, huzursuzluk çıkaran insanlar olarak bilinirlerdi.