Выбрать главу

Rand eyerinde kıpırdandı, o buz gibi sisten kaçınmaya çalıştı. Moiraine’in birşeyler yapabileceğini bilmek, hattâ onları yaparken izlemek başka; o şeylerin derisini ıslattığını hissetmek ise bambaşka bir şeydi. Nefesini tuttuğunu fark etti ve kendine dokuz değişik şekilde aptal dedi. Taren Salı’na kadar nefes almadan gidemezdi. Kadın, Tam üzerinde Tek Güç’ü kullanmıştı ve babası iyi görünüyordu. Yine de, o nefesi bırakmak ve yeni bir nefes almak için kendini zorlaması gerekli. Hava ağırdı ve daha soğuk olsa da, başka açılardan herhangi bir sisli geceden farklı değildi. Kendi kendine bunu söyledi, ama inandığından emin değildi.

Lan artık onları birbirlerine yaklaşmaya, o ıslak, kırağılı griliğin içinde diğerlerinin dış hatlarını görebileceği bir yerde kalmaya cesaretlendiriyordu. Muhafız yine de, aygırının ölümcül koşusunu yavaşlatmamıştı. Lan ile Moiraine yan yana, sisin içinde önlerini açıkça görebiliyorlarmışcasına yol gösterdiler. Diğerleri ancak onlara güvenip takip edebiliyordu. Ve umut ediyorlardı.

Onları kovalayan tiz çığlıklar giderek soldu ve yok oldu, ama bu pek az teselli verdi. Orman ve çiftlik evleri, ay ve yol örtülmüş, gizlenmişti. Köpekler gri pusun içinde boş ve uzak seslerle hâlâ havlıyordu, ama atların toynaklarının donuk vuruşlarından başka ses duyulmuyordu. O kül gibi, şekilsiz sisin içinde hiçbir şey yoktu. Kalçalarında ve sırtlarında gittikçe şiddetlenen ağrılar dışında, zamanın geçişini işaretleyecek hiçbir şey yoktu.

Rand saatler geçtiğinden emindi. Elleri dizginleri öyle kavramıştı ki, artık bırakabileceğini sanmıyordu. Bir daha doğru düzgün yürüyüp yürüyemeyeceğini merak ediyordu. Bir kez arkasına baktı. Sisin içinde gölgeler arkasında koşturuyordu, ama sayılarından emin olamıyordu. Soğuk ve sis, pelerinini, ceketini ve gömleğini ıslatmış, kemiklerine kadar işlemiş gibiydi. Yalnızca rüzgarın yüzüne çarpması, altındaki atın gerilip toparlanması hareket halinde olduklarını gösteriyordu. Saatler geçmiş olmalıydı.

“Yavaş,” diye seslendi Lan aniden. “Dizginleri çekin.”

Rand o kadar şaşırmıştı ki, Bulut Lan ile Moiraine’in arasından geçti, o iri, gri atı durdurup bakamadan yarım düzine adını attı.

Sisin içinde, her yanda evler yükseliyordu, Rand’ın gözüne tuhaf bir şekilde yüksek gelen evler. Burayı daha önce hiç görmemişti, ama tasvirlerini sık sık duymuştu. O yükseklik, kızıltaş temellerden kaynaklanıyordu. Yüksek temeller Puslu Dağlar’ın karları baharda eridiğinde Taren’ın taşması yüzünden gerekiyordu. Taren Salı’na ulaşmışlardı.

Lan, siyah savaş atının üzerinde yanından geçti. “O kadar hevesli olma, koyun çobanı.”

Canı sıkılan Rand, grup köyün içine ilerlerken açıklama yapmadan eski yerine geçti. Yüzü kızarmıştı ve o an için sisten hoşnuttu.

Soğuk sisin içinde görünmeyen yalnız bir köpek öfkeyle havladı, sonra kaçtı. Bazı erkenciler kalkarken, sağda solda tek tük ışıklar yandı. Köpeğin ve donuk toynakların sesleri dışında gecenin son saatinin sessizliğini bozan bir şey olmadı.

Rand, Taren Salı’ndan gelen pek az insan görmüştü. Onlar hakkında bildiği birkaç şeyi hatırlamaya çalıştı. Buranın sakinleri “aşağı köyler” dedikleri yerlere pek az giderler, gittikleri zaman da kötü bir şeyin kokusunu almış gibi burunlarını dikerlerdi. Tanıştığı kişilerin Te– pebaşı ve Taştekne gibi tuhaf isimleri vardı. Taren Salı halkı, kurnazlıkları ve hilebazlıkları ile tanınırdı. Taren Salı’ndan gelen biriyle el sıkışırsan, denirdi, daha sonra parmaklarını saymalısın.

Lan ve Moiraine, köydeki tüm diğer evlere benzeyen yüksek, karanlık bir evin önünde durdu. Sis, Muhafız’ın çevresinde duman gibi kıvranıyordu. Lan eyerden aşağı atladı, basamakları tırmanarak başları hizasındaki ön kapıya ulaştı ve yumruklamaya başladı.

“Sessizlik istediğini sanıyordum,” diye mırıldandı Mat.

Lan yumruklamaya devam etti. Yandaki evin penceresinde ışık belirdi ve biri öfkeyle bağırdı, ama Muhafız kapıyı yumruklamaya devam etti.

Çıplak ayak bileklerine gelen bir gecelik giymiş bir adam kapıyı hızla açtı. Adamın elindeki gaz lambası sivri hatlara sahip ince yüzünü aydınlattı. Ağzını öfkeyle açtı, sonra başını çevirip sisi görünce, gözleri irileşerek öyle kaldı. “Bu da ne?” dedi. “Bu da ne?” Soğuk, gri sis tutamları kapıdan içeri kıvrıldı ve adam telaşla geriledi.

“Yüksekkule Efendi,” dedi Lan. “Tam da ihtiyaç duyduğum adam. Salınla karşıya geçmek istiyoruz.”

“Adam yüksek bir kule bile görmemiş,” diye kıkırdadı Mat. Rand, arkadaşına susmasını işaret etti. Keskin hatlı adam lambasını kaldırdı ve kuşkuyla onlara baktı.

Bir dakika sonra Yüksekkule Efendi aksi aksi konuştu. “Sal gün doğmadan işlemez. Gece olmaz. Asla. Ve bu siste de işlemez. Güneş doğduğu ve sis dağıldığı zaman gelin.”

Dönecek gibi oldu, ama Lan adamın bileğini yakaladı. Salcı öfkeyle ağzını açtı. Muhafız paraları teker teker adamın diğer avucuna sayarken altın ışıldadı. Yüksekkule, paralar çınlarken dudaklarını yaladı ve başı yavaş yavaş, sanki gördüklerine inanamıyormuş gibi eline doğru eğildi.

“Ve sağsalim karşıya geçtiğimizde bu kadar daha,” dedi Lan. “Ama hemen gideceğiz.”

“Hemen mi?” Kurnaz görünüşlü adam altdudağını çiğneyerek ayak değiştirdi ve sisli geceye baktı, sonra başını salladı. “Hemen olsun. Pekala, bileğimi bırak. Çekicilerimi uyandırmam gerek. Salı kendi başıma çekeceğimi sanmıyorsunuz, değil mi?”

“Ben salda beklerim,” dedi Lan sertçe. “Bir süre.” Salcının kolunu bıraktı.

Yüksekkule Efendi bir avuç parayı göğsüne çekti ve başını sallayarak, kalçasıyla kapıyı kapattı.

12

TAREN’IN KARŞISINDA

Lan merdivenden indi ve gruptakilere atlarından inmelerini, atlarını sisin içinde arkalarından yürütmelerini söyledi. Yine, Muhafız’ın nereye gittiklerini bildiğine güvenmek zorundaydılar. Sis Rand’ın dizlerinin çevresinde dönüyor, ayaklarını gizliyor, bir adımdan uzaktaki her şeyi belirsizleştiriyordu. Sis kasabanın dışında olduğu kadar yoğun değildi, ama arkadaşlarını zar zor görebiliyordu.

Gecenin içinde hâlâ onlardan başka insan yoktu. Birkaç pencerede daha ışık yanmıştı, ama yoğun sis çoğunu belirsiz lekelere çeviriyordu ve genellikle griliğin içinde asılı puslu bir parıltıdan başka bir şey görülmüyordu. Pek az görülebilen diğer evler, buluttan bir denizin içinde yüzüyor ya da komşuları saklanırken aniden sisin içinden fırlıyor gibi görünüyordu, öyle ki, kilometrelerce öteye kadar onlardan başka kimse olmayabilirdi.

Rand uzun süre ata binmenin neden olduğu ağrılarla kaskatı duruyor, Tar Valon’a kalan yolu yürümesine izin verip vermeyeceklerini merak ediyordu. Yürümek, o anda at binmekten daha iyi geldiği için değil elbette, ama bedeninde ağrımayan tek yer ayaklarıydı. Yürümek en azından alışık olduğu bir şeydi.

Yalnızca bir sefer biri Rand’ın duymasına yetecek kadar yüksek sesle konuştu. “Sen halletmelisin,” dedi Moiraine, Lan’in söylediği, duyulmayan bir şeye yanıt olarak. “Çok şey hatırlayacak ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Düşüncelerinde ben öne çıkarsam…”

Rand sersem sersem ıslak pelerinini omuzlarında kaydırdı ve diğerlerine yakın kalmaya çalıştı. Mat ve Perrin kendi kendilerine homurdanıyor, alçak sesle mırıldanıyor, biri, görmediği bir şeye ayağını çarptığında küçük bir nida bastırıyordu. Thom Merrilin de homurdanıyordu, Rand “sıcak yemek”, “ateş” ve “baharatlı şarap” sözleri duyuyordu, ama ne Muhafız, ne de Aes Sedai onlara dikkat ediyordu. Egwene tek söz söylemeden yanlarında yürüyordu. Sırtı düz, başı dikti. Kuşkusuz biraz tereddütlü bir yürüyüştü, çünkü diğerleri gibi o da at binmeye alışık değildi.