İstediği macerayı yaşıyor, diye düşündü Rand asık suratla ve macera devam ettiği sürece onun sis, ıslaklık, soğuk gibi küçük şeyleri fark edeceğini sanmıyordu. Macerayı aradığınıza ya da buna zorlandığınıza bağlı olarak, olayları nasıl gördüğünüz konusunda fark olmalıydı. Kuşkusuz hikayeler soğuk sisin içinde, peşinizden bir Draghkar ve Işık bilir başka ne kovalarken at sürmeyi heyecan verici gösterebilirdi. Egwene o heyecanı yaşıyor olabilirdi; ama Rand yalnızca soğuğu ve ıslaklığı hissediyor; çevresinde, Taren Salı bile olsa, bir köy olmasından memnunluk duyuyordu.
Aniden karanlığın içinde iri ve sıcak bir şeye çarptı: Lan’in aygırı. Muhafız ve Moiraine durmuşlardı. Grubun kalanı da aynı şeyi yaptı, atlarını okşayarak hayvanlardan çok kendilerini rahatlattılar. Sis burada biraz daha seyrekti, birbirlerini uzun zaman görmedikleri kadar açık görebilmelerine yetecek miktarda, ama daha fazlasını ayırt etmelerine yetmiyordu. Ayakları hâlâ gri sel sularına benzeyen sisin içinde gizliydi. Evler tamamen yutulmuş gibiydi.
Rand, Bulut’u dikkatle biraz ileriye götürdü ve çizmeleri tahtalara sürtününce şaşırdı. Sal iskelesi. Dikkatle geriledi, atını da beraber çekti. Taren İskelesi’nin boşlukta biten bir köprü gibi olduğunu duymuştu, saldan başka hiçbir yere gitmeyen bir köprü gibi. Taren geniş ve derindi, en güçlü yüzücüyü bile altına alabilecek tehlikeli akıntıları vardı. Badeçay Suyu’ndan daha geniş olduğunu tahmin ediyordu. Sis de eklenince… Ayaklarının altında toprağı hissetmek rahatlatıcıydı.
Lan’den, sis kadar keskin, sert bir “Pısst!” geldi. Muhafız Perrin’in yanına fırladı, iriyarı delikanlının pelerinini arkaya attı, büyük baltasını açığa çıkardı ve diğerlerine de aynısını yapmalarını işaret etti. Rand anlamasa da uysallıkla, kendi pelerinini omzunun üzerinden arkaya atarak kılıcını ortaya çıkardı. Lan hızla atına dönerken, sisin içinde hoplayan ışıklar belirdi ve boğuk ayak sesleri yaklaştı.
Kaba giysiler içinde altı vurdumduymaz görünüşlü adam Yüksekkule Efendi’yi takip ediyordu. Taşıdıkları meşaleler çevrelerindeki sisi yok ediyordu. Durdukları zaman, Emond Meydanı’ndan gelen grup açıkça görülebiliyordu. Meşale, ışıklarını yansıtırken daha yoğun görünen gri bir duvarla çevrelenmişlerdi. Salcı ince yüzünü eğerek, burnu tuzak kokusu almak için rüzgarı koklayan bir gelincik gibi seyirerek onları inceledi.
Lan kayıtsızca eyerine yaslandı, ama bir eli kılıcının uzun kabzasındaydı. Adamda, sıkıştırılmış ve bekleyen bir yay havası vardı.
Rand telaşla Muhafız’ın duruşunu taklit etti –en azından elini kılıcına götürdü. O ölümcül görünüşlü oturuşu taklit edebileceğini sanmıyordu. Denesem muhtemelen bana gülerler.
Perrin, deri halkasında baltasını gevşetti ve ayaklarını kararlılıkla yere bastı. Mat bir elini sadağının üzerine koydu, ama Rand bu kadar ıslandıktan sonra yayının iyi durumda olduğundan emin değildi. Thom Merrilin azametle öne çıktı, bir elini kaldırıp yavaşça çevirdi. Aniden, gösterişli bir hareketle salladı ve bir hançer parmaklarının arasında döndü. Kabzası avucuna çarptı ve aniden kayıtsız bir hava takınan Âşık, tırnaklarına biçim vermeye başladı.
Moiraine’den alçak, sevinçli bir kahkaha duyuldu. Egwene, Festival’de bir gösteri izlermişcesine el çırptı, sonra utanarak durdu, ama ağzı yine de bir gülümseme ile seyiriyordu.
Yüksekkule hiç de eğlenmişe benzemiyordu. Thom’a baktı, sonra yüksek sesle boğazını temizledi. “Geçişte daha fazla altından bahsedilmişti.” Sert, kurnaz bakışlarını grubun üzerinde gezdirdi. “Daha önce verdikleriniz şimdi güvenli bir yerde, duydunuz mu? Artık ulaşamayacağınız bir yerde.”
“Kalan altınlar,” dedi Lan ona, “diğer kıyıya ulaştığımızda eline geçecek.” Belinde asılı deri keseyi hafifçe sallayınca şıngırtılar duyuldu.
Salcının gözleri bir an o tarafa kaydı, ama sonunda başını salladı. “O zaman işe koyulalım,” diye mırıldandı ve uzun adımlarla, altı yardımcısı eşliğinde iskeleye yürüdü. Onlar ilerlerken çevrelerindeki sis yok oldu; gri uzantılar arkalarından kapanarak, hızla, bir an önce oldukları yeri doldurdu. Rand yetişmek için acele etti.
Sal yüksek kenarlı, bir ucunu kapatmak için kaldırılabilen bir rampa ile binilen tahta bir mavnaydı. Bir adamın bileği kadar kalın halatlar iki yanında uzanıyordu. Bu halatlar iskelenin ucundaki dev direklere bağlanmıştı ve gecenin içinde, ırmağın üzerinde gözden kayboluyorlardı. Salcının yardımcıları, meşalelerini salın yanlarındaki demir tutacaklara geçirdiler, yolcular atlarını sala çıkarırken beklediler, sonra rampayı çektiler. İskele, toynakların ve ayakların altında gıcırdadı ve sal ağırlık bindikçe sarsıldı.
Yüksekkule alçak sesle mırıldanarak atlarını kıpırdatmalarını, ortada, çekicilerin uzağında tutmalarını söyledi. Yardımcılarına bağırdı, adamlar salı geçişe hazırlarken onları azarladı, ama o ne derse desin adamlar aynı gönülsüz hızla hareket ediyorlardı. Salcının bağırışları da gönülsüzdü, sık sık bağırmasının ortasında susuyor, meşalesini kaldırıp sisin içine bakıyordu. Sonunda tamamen sustu ve pruvaya gidip ırmağı kaplayan sisi izlemeye başladı. Çekicilerden biri koluna dokunana kadar kıpırdamadı; sonra yerinde sıçradı ve adama dik dik baktı.
“Ne? Ah. Sen misin? Hazır mısınız? Nihayet. Eh, adam, ne bekliyorsun?” Meşaleye aldırmadan kollarını salladı. Atlar kişnedi, gerilemeye çalıştı. “Çekil! Yol ver! Yürü!” Adam itaatkarca uzaklaştı ve Yüksekkule, serbest elini huzursuzca ceketinin önüne silerek bir kez daha ilerideki sislere baktı.
Palamarlar çözülürken sal sarsıldı ve güçlü bir akıntıya kapıldı. Sonra kılavuz halatlar gerilince yine sarsıldı. Her iki yanda üçer çekici salın ön tarafında halatları kavradı ve zahmetle arkaya yürümeye başladılar. Grilere bürünmüş ırmağa yaklaşırken, huzursuzca mırıldanıyorlardı.
İskele kayboldu, sis salı sardı, ince sis flamaları titreşen meşalelerin arasında süzüldü. Mavna akıntı ile hafifçe sallandı. Salcıların yürüyüşleri dışında hiçbir şey hareket ettiklerine dair bir işaret vermiyordu. Adamlar öne gidip halatları yakalıyor, sonra çekerek arkaya yürüyorlardı. Kimse konuşmuyordu. Köylüler salın ortasına olabildiğince yakın duruyorlardı. Taren’ın, onların alışık olduğu çaylardan çok daha geniş olduğunu duymuşlardı; sis onu akıllarında sonsuz kılıyordu.
Rand bir süre sonra Lan’e yaklaştı. İnsanın yüzemediği, hattâ karşı kıyıyı göremediği ırmaklar, Suormanı’ndaki birikintilerden daha geniş ya da derin hiçbir şey görmemiş kişileri sinirlendiriyordu. “Gerçekten bizi soymaya çalışırlar mıydı?” diye sordu sessizce. “Daha çok, bizim onu soymamızdan korkuyor gibi davranıyordu.”
Muhafız alçak sesle yanıt vermeden önce salcı ile adamlarına baktı –hiçbiri dinliyor gibi görünmüyordu. “Onları gizleyecek sis varken… eh, yaptıkları gizli kaldığı zaman bazı insanlar yabancılara, başkalarının gözü önünde davranmayacakları şekilde davranırlar. Ve bir yabancıya en kolay zarar verenler, yabancının onlara zarar vereceğini en kolay düşünenlerdir. Bu adam… bence iyi bir fiyat verilirse annesini Trolloclara yahni eti diye satabilir. Sormana biraz şaşırdım. Emond Meydanı halkının Taren Salı halkı hakkında nasıl konuştuklarını duydum.” “Evet, ama… şey, herkes onların… Ama ben aslında onların…” Rand köyünün ötesinde yaşayan halkların nasıl olduğu konusunda herhangi bir şey bildiğini düşünmeyi bırakmasının daha iyi olacağına karar verdi. “Soluk’a salını kullanarak karşıya geçtiğimizi söyleyebilir,” dedi sonunda. “Belki arkamızdan Trollocları da geçirir.”