Выбрать главу

Lan yüzünü ekşiterek güldü. “Bir yabancıyı soymak başka, bir Yarı-insan ile uğraşmak ise bambaşka bir şey. Onu karşı tarafa Trolloc taşırken hayal edebiliyor musun? Özellikle de bu siste. Ne kadar altın önerilirse önerilsin. Ya da başka seçeneği varsa, bir Myrddraal ile konuşurken. Bunun sırf düşüncesi bile, adamı bir ay boyunca durmadan koşmaya zorlar. Taren Salı’nda Karanlıkdostlar hakkında endişelenmemiz gerektiğini sanmıyorum. Burada değil. Güvendeyiz… En azından bir süreliğine. Hiç olmazsa bu halka karşı. Kendine dikkat et.”

Yüksekkule, ilerideki sisleri izlemekten dönmüştü. Sivri yüzünü öne çıkararak meşalesini kaldırdı, Lan ve Rand’a, ilk kez açıkça görebiliyormuş gibi baktı. Güverte tahtaları çekicilerin ayaklarının ve zaman zaman yere vurulan bir toynağın altında gıcırdıyordu. Salcı aniden, o onları izlerken onların da onu izlediğini fark ederek irkildi. Sıçrayarak uzak kıyıya ya da sisin içinde aradığı her ne ise, ona döndü.

“Artık konuşma,” dedi Lan. Sesi o kadar alçak çıkmıştı ki, Rand neredeyse anlamayacaktı. “İşitecek yabancı kulaklar varken Trolloclardan, Karanlıkdostlarından ya da Yalanların Babası’ndan bahsetmemek gereken kötü günler bunlar. Bu tür konuşmalar, kapına çizilen Ejder Dişi’nden daha kötü şeyler getirebilir.”

Rand sorularına devam etmek için hiçbir istek hissetmedi. Üzerine öncekinden de ağır bir kasvet çöktü. Karanlıkdostları! Sanki Soluklar, Trolloclar ve Draghkarlar yeterince endişe yaratmıyormuş gibi! En azından bir Trolloc’u görünüşünden ayırt edebilirdiniz.

Aniden önlerindeki gölgeli sislerin içinde yükseltiler belirdi. Sal uzak kıyıya çarptı. Çekiciler telaşla salı bağladılar ve öte uçtaki rampayı bıraktılar. Mat ve Perrin yüksek sesle, Taren’ın işittiklerinin yarısı kadar geniş olmadığını bildirdiler. Lan, aygırını rampadan aşağı yürüttü. Moiraine ve diğerleri de onu takip etti. En arkadan gelen Rand, Bulutu Bela’nın arkasından yürütürken, Yüksekkule Efendi öfkeyle bağırdı.

“Hey, bana bak! Hey! Altınlarım nerede?”

“Ödenecek.” Moiraine’in sesi sislerin içinde bir yerden geliyordu. Rand’ın çizmeleri rampadan tahta iskeleye adım attı. “Ve adamlarının her biri için gümüş birer lira,” diye ekledi Aes Sedai. “Hızlı geçişimiz için.”

Salcı tereddüt etti, tehlike kokusu alır gibi yüzünü uzattı, ama çekiciler gümüş lafını duyunca ayağa kalktılar. Bazıları meşale almak için durdu, ama hepsi Yüksekkule ağzını açamadan ayaklarını vurarak rampadan aşağı indi. Salcı sert bir ifadeyle yüzünü buruşturarak mürettebatını takip etti.

Rand dikkatle iskelede ilerlerken Bulut’un toynakları sisin içinde boş takırtılar çıkarıyordu. Gri sis burada da yoğundu. İskelenin ucunda, Muhafız Yüksekkule ve adamlarının meşaleleri ile sarılmış, para dağıtıyordu. Moiraine dışında herkes hevesli topluluğun biraz ötesinde bekliyordu. Aes Sedai ırmağı izliyordu, ama Rand ne gördüğünü anlamıyordu. Rand ürpererek ıslak pelerinini toparladı. Artık gerçekten İki Nehir’in dışındaydı ve uzaklık, ırmağın genişliğinden daha fazla geliyordu.

“İşte,” dedi Lan, son parayı Yüksekkule’ye uzatarak. “Anlaştığımız gibi.” Kesesini kaldırmadı ve gelincik suratlı adam açgözlülükle ona baktı.

İskele yüksek bir gıcırtı ile sarsıldı. Yüksekkule dikildi, başı sislerin içindeki sala döndü. Güvertede kalan meşaleler bir çift solgun, belirsiz ışık noktasıydı. İskele inledi ve iki ışık, gökgürültüsü gibi tahta çatırtıları eşliğinde sarsıldı, sonra dönmeye başladı. Egwene çığlık attı, Thom küfretti.

“Serbest kaldı!” diye bağırdı Yüksekkule. Çekicilerini yakalayıp iskelenin ucuna doğal itti. “Sal serbest kaldı, sizi aptallar! Yakalayın onu! Yakalayın!”

Çekiciler Yüksekkule’nin itmesi ile birkaç adım sendeledi, sonra durdu. Salın üzerindeki solgun ışıklar gittikçe daha hızlı dönüyordu. Üstündeki sis döndü, bir sarmala dönüştü. İskele titredi. Sal parçalanırken havayı çatırtılar ve tahtaların parçalanma sesleri doldurdu.

“Girdap,” dedi çekicilerden biri, şaşkınlık dolu bir sesle.

“Taren’de girdap yoktur.” Yüksekkule’nin sesi duygusuzdu. “Hiç olmadı…”

“Ne talihsiz bir tesadüf!” Moiraine’in sesi, ırmağa sırtını dönerken bir gölgeye benzemesine sebep olan sis yüzünden uzak geliyordu.

“Talihsiz,” diye onayladı Lan düz bir sesle. “Bir süre karşı kıyıya kimseyi taşıyamayacakmışsın gibi görünüyor. Bize hizmet ederken salını kaybetmen kötü bir şey.” Elini, hazır bekleyen keseye daldırdı. “Bu zararını öder.”

Yüksekkule bir an meşale ışığı altında, Lan’in elinde parlayan altınlara baktı, sonra omuzları çöktü ve gözleri taşıdığı diğer yolculara kaydı. Sisin belirsizleştirdiği Emond Meydanı köylülen, ses çıkarmadan duruyordu. Salcı korku dolu, sözsüz bir haykırış ile Lan’in elindeki paraları kaptı, döndü ve sislerin içine koştu. Çekicileri yalnızca yarım adım arkasındaydılar. Irmağın yukarı tarafında kaybolurlarken, sis, meşalelerini hızla yuttu.

“Bizi burada tutacak başka bir şey yok,” dedi Aes Sedai, sanki sıradışı hiçbir şey olmamış gibi. Beyaz kısrağının yularını tutarak iskeleden kıyıya yürümeye başladı.

Rand görünmeyen ırmağa bakarak durdu. Tesadüf olabilirdi. Girdap yok. dedi, ama… Aniden diğer herkesin gitmiş olduğunu fark etti. Telaşla hafifçe yükselen kıyıyı tırmanmaya başladı.

Üç adımda yoğun sis dağılıp yok oldu. Rand yerinde kalakaldı ve arkasına baktı. Kıyı boyunca uzanan çizginin bir yanında, yoğun, gri sis asılıydı. Diğer yanı, ayın keskinliği şafağın uzak olmadığını gösterdiği halde hâlâ karanlık, açık bir geceydi.

Muhafız ve Aes Sedai, sisin sınırından biraz uzakta, atlarının yanında durmuş, konuşuyorlardı. Diğerleri onlardan az ötede, birbirlerine sokulmuşlardı; ay ışığı ile aydınlanan karanlıkta bile sinirli halleri hissedilebiliyordu. Tüm gözler Lan ile Moiraine üzerindeydi ve Egwene dışındaki herkes, çifti gözden kaybetmek ile onlara fazla yaklaşmak arasında kararsızmış gibi uzak duruyorlardı. Rand Bulut’u alıp, birkaç adım atarak Egwene’in yanına gitti. Egwene ona sırıttı. Rand, kızın gözlerindeki parıltının tek kaynağının ay ışığı olduğunu sanmıyordu.

“Kalemle çizilmişcesine ırmağı takip ediyor,” diyordu Moiraine halinden memnun bir ses tonuyla. “Tar Valon’da, bunu yardım almadan yapabilecek on kadın yoktur. Dörtnala giden bir atın sırtında yaptıklarımdan bahsetmiyorum bile.”

“Şikayet etmek istemem, Moiraine Sedai,” dedi Thom, kendine hiç yakışmayan bir çekingenlikle. “Ama bizi bir süre daha sislere sarmak iyi olmaz mıydı? Diyelim ki, Baerlon’a kadar. Draghkar ırmağın bu yanına bakarsa, şimdiye kadar kazandığımız üstünlüğü kaybederiz.”

“Draghkarlar çok zeki değildir, Merrilin Efendi,” dedi Aes Sedai kuru kuru. “Korkunç ve ölümcül derecede tehlikelidirler. Keskin gözleri, ama pek kıt zekaları vardır. Bizi takip eden Draghkar Myrddraal’e ırmağın bu tarafının açık olduğunu, ama ırmağın kendisinin iki yönde kilometrelerce sis kaplı olduğunu söyleyecektir. Myrddraal bunu başarmanın bana nelere malolduğunu anlayacaktır. Irmak boyunca kaçtığımızı düşünecektir ve bu onu yavaşlatacak. Güçlerini bölmek zorunda kalacak. Sis daha uzunca bir süre kalkmayacak. Böylece yolun en azından bir kısmını tekne ile aşıp aşmadığımızdan emin olamayacak. Sisi Baerlon’a doğru biraz daha uzatabilirdim, ama o zaman Draghkar birkaç saat içinde ırmağı araştırabilirdi ve Myrddraal nereye yöneldiğimizi anlardı.”