Выбрать главу

Sis hâlâ, arkalarında bıraktıkları ırmağın üzerinde asılı duruyor, onu buharlaştırmaya çalışan zayıf güneşin çabalarına direniyor, İki Nehir’i gözlerden gizliyordu. Rand at sürerken, Taren Salı’nı son bir kez görmek için omzunun üzerinden baktı. Ta ki, sis duvarı gözden kaybolana kadar.

“Evden bu kadar uzaklaşacağımı hiç düşünmezdim,” dedi, ağaçlar sonunda sisi ve ırmağı gizlediği zaman. “Seyrantepe’nin çok uzak geldiği günleri hatırlıyor musunuz?” Yalnızca iki gün önceydi. Sonsuzluk gibi geliyor.

“Bir iki ay sonra döneriz,” dedi Perrin gergin bir sesle. “Neler anlatabileceğimizi bir düşün.”

“Trolloclar bile bizi sonsuza dek kovalayamaz,” dedi Mat. “Yak beni, yapamazlar.” Derin derin iç çekerek önüne döndü, söylediği tek bir sözcüğe inanmıyormuş gibi sırtını kamburlaştırdı.

“Erkekler!” diye hıhladı Egwene. “Hep geveleyip durduğunuz macerayı yaşıyorsunuz ve şimdiden evden bahsetmeye başladınız.” Başını dik tutuyordu, ama Rand, İki Nehir gözden kaybolduğundan beri, sesinde bir titreme olduğunu fark etti.

Ne Moiraine, ne de Lan onları teselli etmeye çalışmadı, elbette geri döneceklerine dair tek söz söylemedi. Rand bunun ne anlama gelebileceği konusunda düşünmemeye çalıştı. Dinlenmişken bile, daha fazlasını aramadan da kuşkularla doluydu. Eyerinde büzülerek, bir bahar sabahında, derin, gür otlarla dolu bir merada, tarlakuşları öterken, Tam ile birlikte koyun otlattığını hayal etmeye başladı. Ve Emond Meydanı’na bir yolculuk, olması gerektiği gibi bir Bel Tine, ayaklarının takılmasından daha büyük derdi yokken Çayır’da şarkı söylemek. Bir süre, düşünün içinde kendini kaybetmeyi başardı.

Baerlon yolculuğu neredeyse bir hafta sürdü. Lan, yolculuklarının ağırlığı konusunda mırıldanıp duruyordu, ama hızı belirleyen ve diğerlerini buna uymaya zorlayan kendisiydi. Kendisi ve aygırı Mandarb –Eski Dil’de “Kılıç” anlamına geldiğini söylemişti– söz konusu olduğunda o kadar sakıngan değildi. Muhafız onların aştığı mesafenin iki katını aşıyor, renk değiştiren pelerini rüzgarda dalgalanarak atını dörtnala ileriye sürüyor, önlerinde ne bulunduğunu kontrol ediyor, ya da arkada kalıp geçtikleri yolu inceliyordu. Ama yürüyüş hızında daha tempolu ilerlemeye kalkan olursa, hayvanlarına iyi bakmaları konusunda keskin sözler kazanıyor, Trolloclar gelirse kendi ayakları üzerinde ne kadar da hızlı gidebilecekleri üzerine acı laflar dinliyorlardı. Moiraine bile, kısrağını hızlandırmaya kalkarsa Muhafız’ın dilinden kurtulamıyordu. Kısrağın adı Aldieb idi; Eski Dil’de, “Batırüzgarı”, bahar yağmurlarını getiren rüzgar anlamına geliyordu.

Muhafız’ın izciliği, takip edildiklerine ya da tuzak kurulduğuna dair bir işaret vermiyordu. Adam, gördükleri hakkında yalnızca Moiraine ile konuşuyor, işitilmemek için bunu alçak sesle yapıyordu. Aes Sedai, bilmeleri gerektiğini düşündüğü şeyler olursa diğerlerine aktarıyordu. Başta Rand ileriye baktığı kadar omzunun üzerinden geriye de bakıyordu. Ve bunu yapan tek kişi değildi. Perrin sık sık baltasını yokluyordu ve Mat önce yayına bir ok takmadan atını sürmüyordu. Ama Trolloclar ve siyah pelerinli şekiller görünmedi, gökyüzünde Draghkar belirmedi. Rand yavaş yavaş, belki kaçmayı başardıklarını düşünmeye başladı.

Ormanın en yoğun yerlerinde bile çok iyi korunmuyorlardı. Kış, İki Nehir’de olduğu gibi Taren’in kuzeyinde de yapışıp kalmıştı. Çam, köknar ya da meşinyaprak ağaçları, orada burada birkaç baharat-ağacı ya da defne, ve bunun dışında, çıplak gri dallar ormana saçılmıştı. Mürver ağaçlarında bile yaprak yoktu. Kış karlarının düzleştirdiği, kahverengi otların üzerinde yalnızca yeni filizlerin yeşillikleri görülebiliyordu. Burada da tek büyüyenler ısırganotları, kaba devedikenleri ve kokuşmu– şotları idi. Orman zemininin çıplak toprağı üzerinde, gölgeli yerlerde ve her daim yeşil ağaçların alçak dallarının altındaki yerlerde, kışın son karları hâlâ duruyordu. Pelerinlerine sıkı sıkı sarınıyorlardı, çünkü zayıf güneş ışığı sıcaklık vermiyordu ve gece soğuğu keskindi. Burada da, İki Nehir’de olduğu gibi uçan kuş yoktu, hattâ kuzgun bile.

Hareketlerinin yavaşlığında tembellik yoktu. Kuzey Yolu –Rand bu şekilde düşünmeye devam ediyordu, ama burada, Taren’ın kuzeyinde yolun farklı bir ismi olması gerektiğini tahmin ediyordu– hâlâ hemen hemen kuzeye uzanıyordu, ama Lan’in ısrarı üzerine yolun sert zemininde düz ilerledikleri kadar, ormanda sağa sola kıvrılarak da gidiyorlardı. Bir köy, bir çiftlik, insanlar ya da medeniyete ilişkin her tür işaret, onlardan kaçınmak için kilometrelerce dolaşmalarına sebep oluyordu, ama onlara pek az rastlıyorlardı. Rand ilk günün tamamı boyunca, yol dışında o ormanlarda insan olduğuna ilişkin hiçbir kanıt görmemişti. Aklına, Puslu Dağlar’ın eteklerine gittiği zaman bile insanlardan şimdi olduğu kadar uzaklaşmadığı geldi.

Gördüğü ilk çiftlik –geniş yapılı bir ev, sivri tepeli, saz damlı, yüksek bir ahır, taş bacadan yükselen bir duman bulutu– şok geçirmesine sebep oldu.

“Evdekilerden farklı değil,” dedi Perrin, ağaçların arasından zar zor görülebilen uzak binalara kaşlarını çatarak. Çiftliğin avlusunda, yolcuların farkında olmayan insanlar dolanıyordu.

“Elbette farklı,” dedi Mat. “Yalnızca ayırt edecek kadar yakında değiliz.”

“Sana farklı olmadığını söylüyorum,” diye ısrar etti Perrin.

“Farklı olmalı. Taren’ın kuzeyinde değil miyiz?”

“Siz ikiniz, susun,” diye gürledi Lan. “Görülmek istemiyoruz, unuttunuz mu? Bu taraftan.” Ağaçların içinde, çiftliğin çevresinde dolaşmak için batıya döndü.

Arkasına bakan Rand Perrin’in haklı olduğunu düşündü. Çiftlik Emond Meydanı’nın çevresindeki çiftliklere benziyordu. Kuyudan su çeken küçük bir oğlan vardı. Daha büyük oğlanlar koyunları bir çitin arkasına sürüyorlardı. Hattâ tütün için dumanlama kulübesi bile vardı. Ama Mat de haklıydı. Taren’ın kuzeyindeyiz. Farklı olmalı.

Her seferinde, henüz gökyüzünde ışık varken durdular, su birikmemesini sağlayacak kadar eğimli, asla tamamen durmayan, yalnızca yön değiştiren rüzgara karşı korunaklı bir nokta seçtiler. Ateşleri hep küçüktü ve birkaç adım öteden görülmeyecek kadar iyi gizlenmişti. Çay demlenir demlenmez söndürülüyor, kömürler gömülüyordu.

İlk duraklarında, güneş batmadan önce Lan, delikanlılara, taşıdıkları silahları nasıl kullanacaklarını öğretti. Yayla başladı. Mat’in, yüz adım ötedeki ölü bir meşinyaprak ağacının çatlak gövdesi üzerindeki, bir insan başı büyüklüğünde bir budağa üç ok göndermesini izledikten sonra, diğerlerinin de denemesini istedi. Perrin, Mat’in başarısını tekrarladı. Rand, alev ve boşluğu, yayı onun ve onu yayın bir parçası kılan boş dinginliği çağırarak üç okunu, uçları neredeyse birbirine dokunacak şekilde hedefe yolladı. Mat omzuna bir şaplak atarak tebrik etti.

“Hepinizin yayı olsaydı,” dedi Muhafız kuru kum, sırıtmaya başladıklarında, “ve Trolloclar onları kullanamayacağınız kadar yakına gelmemeyi kabul etseydi…” Sırıtmalar aniden soldu. “Yaklaşırlarsa ne yapacağınız konusunda neler öğretebilirim bir bakalım.”

Perrin’e o büyük uçlu baltayı nasıl kullanacağına dair birşeyler gösterdi; baltayı silahlı birine ya da bir şeye karşı kaldırmak odun kesmeye ya da savaşçılık oynarken savurup durmaya benzemiyordu. İriyarı çırağa bir dizi bloke etme, savuşturma va saldırma alıştırması gösterdikten sonra, aynısını Rand, ve kılıcı için yaptı. Rand kılıç kullanmak üzerine hayal kurarken giriştiği vahşi sıçramalar ve savurmalar değil, birbirine akan, adeta bir dans gibi olan yumuşak hareketlerdi.