Alçak bir tepeye tırmanmışlardı ve altlarında, bir kilometre kadar ötede, çıplak ağaçların ve akşamın uzayan gölgelerinin arkasında. Baerlon uzanıyordu. Rand inledi, aynı anda hem gülümsemeye, hem de ağzı açık bakmaya çalıştı.
Kasabayı, neredeyse altı metre yüksekliğinde kütük bir duvar çevirmişti. Duvar boyunca tahta gözetleme kuleleri vardı. İçeride, tas ve kiremit çatılar, batan güneşin altında parlıyordu ve bacalardan duman yükseliyordu. Yüzlerce baca. Tek bir saz dam bile görülmüyordu. Kasabadan doğuya ve batıya geniş yollar uzanıyor, en az on iki at arabası ve aynı sayıda öküz arabası üzerinde ilerliyordu. Kasabanın çevresinde çiftlikler vardı, kuzeyde yoğundular, ama güney tarafındaki ormanda pek azdılar. Rand’a kalsa olmasalar da olurdu. Emond Meydanı, Seyrantepe ve Deven Yolu bir araya gelse, burası yine daha büyük kalır! Hattâ belki Taren Salı eklense bile.
“Demek şehir bu,” diye soluk verdi Mat, atının boynunda eğilip bakarak.
Perrin başını salladı. “Bu kadar çok insan aynı yerde nasıl yaşayabilir?”
Egwene yalnızca izledi.
Thom Merrilin Mat’e bir bakış fırlattı, sonra gözlerini yuvarladı ve bıyıklarını üfledi. “Şehir mi!” diye hıhladı.
“Ya sen, Rand?” dedi Moiraine. “Baerlon’u ilk görüşün hakkında sen ne düşünüyorsun?”
“Bence evden çok uzak,” dedi Rand yavaşça. Mat bir kahkaha attı.
“Daha gidecek yolun var,” dedi Moiraine. “Çok daha fazla. Ama hayatınız boyunca kaçıp saklanmaya devam etmek dışında başka seçeneğiniz yok. Ve yine de ömrünüz kısa olurdu. Yolculuk güçleştiğinde bunu hatırlamalısınız. Başka seçeneğiniz yok.”
Rand, Mat ve Perrin ile bakıştı. Yüzlerine bakılırsa, onlar da Rand ile aynı şeyi düşünüyorlardı. Söylediklerinden sonra nasıl seçeneklerden bahsedebilirdi ki? Seçimi bizim yerimize Aes Sedai yaptı.
Moiraine, düşünceleri yeterince açık değilmiş gibi devam etti. “Burada tekrar tehlike başlıyor. O duvarların içinde söylediklerinize dikkat edin. Her şeyden öte, Trolloclar, Yarı-insanlar gibi şeylerden bahsetmeyin. Karanlık Varlık’ı aklınıza bile getirmemelisiniz. Baerlon’da bazıları Aes Sedaileri Emond Meydanı halkından da az sever. Orada Karanlıkdostları bile olabilir.” Egwene inledi, Perrin alçak sesle mırıldandı. Mat’in yüzü soldu, ama Moiraine sakin bir biçimde devam etti. “Olabildiğince az dikkat çekmeliyiz.” Lan, rengi giri ve yeşil arasında gidip gelen pelerinini, daha sıradan, ama yine iyi kesimli ve iyi dokunmuş bir başka bir pelerinle değiştiriyordu. Renk değiştiren pelerini, eyerlerden birinde iri bir şişkinlik oluşturdu. “Burada kendi isimlerimizle bilinmiyoruz,” diye devam etti Moiraine. “Burada ben Alys, Lan Andra olarak bilinir. Bunu unutmayın. Güzel. Gece çökmeden duvarların içinde olalım. Baerlon kapıları günbatımından gündoğumuna kadar kapatılır.”
Lan, tepeden aşağı yol gösterdi. Kütük duvara giden ağaçlığa doğru ilerlediler. Yolları üzerinde yarım düzine çiftlik vardı –hiçbiri yakında değildi. İşlerini bitirmeye çalışan insanlardan hiçbiri yolcuları fark etmiş görünmedi. Yolun sonunda geniş demir bantlarla bağlanmış, ağır, tahta kapılar vardı. Güneş batmamış olmasına rağmen sıkı sıkı kapanmışlardı.
Lan duvara yaklaştı ve kapının yanında asılı duran, lime lime bir ipi çekti. Duvarın diğer yanında bir çan çınladı. Aniden perişan, kumaş bir şapkanın altındaki yaşlı bir yüz şüpheyle duvarın tepesinden, iki kütüğün kesik uçlarının arasından dik dik aşağıya baktı. Başlarından neredeyse üç karış yüksekti.
“Bütün bunlar da ne, ha? Bu kapıyı açmak için çok geç. Çok geç, dedim. İstiyorsanız Beyazköprü Kapısı’na dolanın…” Moiraine’in kısrağı duvarın tepesindeki adamın görebileceği bir yere çıktı. Aniden kırışıkları eksik dişli bir gülümseme ile derinleşti ve adam konuşmak ile görevini yapmak arasında kararsız kalmış gibi göründü. “Siz olduğunuzu bilmiyordum, hanımefendi. Bekleyin. Hemen iniyorum. Bekleyin yeter. Geliyorum. Geliyorum.”
Baş gözden kayboldu, ama Rand oldukları yerde beklemelerini, geldiğini belirten boğuk bağırışları duymaya devam etti. Kullanılmamışlıktan kaynaklanan gıcırtılar eşliğinde, sağdaki kapı yavaşça dışa doğru açıldı. Atların teker teker geçmesine izin verecek kadar açılınca durdu. Kapıcı, başını aralıktan çıkardı, yarı dişsiz bir gülümseme çaktı, sonra yoldan çekildi. Moiraine, Lan’i takip ederek, peşinde Egwene ile içeri girdi.
Rand, Bulut’u Bela’nın arkasında yürüttü ve kendini yüksek tahta çitlerin, yüksek ve penceresiz, kapıları sıkı sıkı kapanmış depoların önünde buldu. Moiraine ve Lan çoktan atlarından inmiş, kırışık yüzlü kapıcıyla konuşuyorlardı, bu yüzden Rand da atından indi.
Sayısız onarım görmüş bir pelerin ve ceket giymiş, ufak tefek adam, kumaş şapkasını bir elinde buruşturmuş, başıyla selamlar vererek konuşuyordu. Lan ile Moiraine’in ardından atlarından inenlere baktı ve başını salladı. “Aşağıkırlardan gelenler.” Sırıttı. “Neden, Alys Hanım, saçları samanlı köylüleri mi toplamaya başladınız?” Sonra Thom Merrilin’i gördü. “Sen koyun çiftçisi değilsin. Birkaç gün önce seni dışarı bıraktığımı hatırlıyorum. Köylüler numaralarından hoşlanmadı galiba, hı, Âşık?”
“Umarım bizi dışarı bıraktığını unuttuğunu hatırlıyorsundur, Avin Efendi,” dedi Lan, adamın boş eline para sıkıştırarak. “Ve tabii içeri aldığını da.”
“Buna gerek yok, Andra Efendi. Buna gerek yok. Giderken yeterince vermiştiniz. Yeterince.” Avin yine de parayı bir âşık becerisi ile yok etti. “Kimseye söylemedim, söylemem de. Özellikle de o Beyazcübbelere,” diye bitirdi kaşlarını çatarak. Tükürmek için dudaklarını büzdü, sonra Moiraine’e bakıp yutkundu.
Rand gözlerini kırpıştırdı, ama ağzını açmadı. Diğerleri de aynısını yaptı, ama Mat için güç olmuş gibi görünüyordu. Işığın Evlatları, diye düşündü Rand hayretle. Çocuklar hakkında çerçilerin, tüccarların, tüccar koruyucularının anlattığı hikayeler hayranlıktan nefrete kadar değişiyordu, ama hepsi Çocukların Aes Sedailerden, Karanlıkdostları’ndan nefret ettikleri kadar nefret etliği konusunda hemfikirdi. Bunun daha fazla sorun yaratıp yaratmayacağını merak etti.
“Çocuklar Baerlon’da mı?” diye sordu Lan.
“Kesinlikle.” Kapıcı başını eğdi. “Hatırladığım kadarıyla sizin gittiğiniz gün geldiler. Burada onları seven kimse yok. Elbette çoğu belli etmiyor.”
“Neden geldiklerini söylediler mi?” diye sordu Moiraine dikkatle.
“Neden mi geldiler, hanımefendi?” Avin o kadar şaşırmıştı ki, başını eğmeyi unuttu. “Elbette neden geldiklerini –Ah, unutmuşum. Siz aşağıkırlardaydınız. Muhtemelen koyun melemeleri dışında hiçbir şey duymamışsınızdır. Ghealdan’da olan bitenler yüzünden burada olduklarını söylediler. Ejder, biliyorsunuz –eh, kendine Ejder diyen. Adamın kötücül birşeyler karıştırdığını söylüyorlar –bence gerçekten öyledir– ve onları bastırmak için buraya gelmişler, yalnız adam burada değil Ghealdan’da. Sırf başkalarının işlerine karışmak için bir bahane, bana sorarsanız. Bazı insanların kapısına Ejder Dişi çizildi bile.” Bu sefer tükürdü.
“Çok sorun yarattılar mı?” dedi Lan. Avin şiddetle başını salladı.
“Sanırım istediklerinden değil, ama Vali onlara benden fazla güvenmiyor. Her seferinde duvarlardan içeri on taneden fazlasını aldırmıyor ve onlar da buna deli oluyorlar. Kalanının kuzeyde kamp kurduğunu duydum. İddiaya girerim, çiftçilerin, omuzlarından arkaya bakmadan yürüyememelerine sebep oluyorlardır. İçeri girenler beyaz pelerinleri içinde sokaklarda yürüyorlar ve dürüst insanlara tepeden bakıyorlar. Işık’ta yürü, diyorlar ve bu bir emir. Birçok kez arabacılar, madenciler ve kalaycılarla yumruk yumruğa geldiler. Hattâ Nöbetçilerle bile, ama Vali her şeyin huzurlu olmasını istiyor ve şimdiye kadar da öyle oldu. Eğer kötülük avlıyorlarsa, neden Saldaea’ya gitmiyorlar ki? Orada bir tür sorun olduğunu duymuştum. Ya da Ghealdan’a? Orada büyük bir savaş çıktığını söylüyorlar. Gerçekten büyük.”