Выбрать главу

Moiraine yumuşak bir nefes aldı. “Aes Sedailerin Ghealdan’a gittiğini duydum.”

“Evet, gittiler, hanımefendi.” Avin’in başı yine eğilmeye başladı. “Ghealdan’a gitmesine gittiler ve savaşı da bu başlattı, ben öyle duydum. Bazı Aes Sedailerin öldüğünü söylüyorlar. Belki hepsi birden. Aes Sedaileri sevmeyenler var, ama başka kim sahte Ejder’i durduracak? Hı? Ve o erkek Aes Sedai falan olabileceklerini düşünen lanet aptalları? Ya onlar? Elbette, bazıları bu adamın gerçekten Yenidendoğan Ejder olduğunu söylüyor. Ben değil, ama Beyazcübbeler ve başkaları. Bazı şeyler yapabildiğini duydum. Tek Güç’ü kullanabiliyormuş. Onu takip eden binlerce kişi varmış.”

“Aptallaşma,” diye terslendi Lan ve Avin’in yüzü incinmiş bir bakış ile kırıştı.

“Yalnızca duyduklarımı anlatıyorum, değil mi? Yalnızca duyduklarımı, Andra Efendi. Bazıları onun ordusunu doğuya ve güneye, Tear’a doğru harekete geçirdiğini söylüyor.” Sesi ağırlaştı. “Onlara Ejderin Halkı ismini verdiğini söylüyorlar.”

“İsimlerin pek az anlamı vardır,” dedi Moiraine sakinlik içinde. Duydukları onu rahatsız etmişse bile, hiç belli etmiyordu. “Katırına istersen Ejderin Halkı adını verebilirsin.”

“Pek mümkün değil, hanımefendi.” Avin güldü. “En azından Beyazcübbeler buralardayken. Böyle bir isme başkalarının da hoşgörüyle bakacağını sanmıyorum. Ne demek istediğinizi anlıyorum, ama… ah, hayır, hanımefendi. Benim katırım olmaz.”

“Kuşkusuz akıllıca bir karar,” dedi Moiraine. “Artık gitmeliyiz.”

“Siz endişelenmeyin, hanımefendi,” dedi Avin, başını iyice eğerek. “Ben kimseyi görmedim.” Kapıya doğru fırladı ve çekiştirerek kapatmaya başladı. “Ben hiç kimseyi, hiçbir şeyi görmedim.” Kapı gümleyerek kapandı ve adam ipe bağlı sürgüyü indirdi. “Aslında, hanımefendi, bu kapı günlerdir açılmadı.”

“Işık seni aydınlatsın, Avin,” dedi Moiraine.

Sonra kapıdan uzaklaşmaya başladı. Rand bir kez arkasına baktı. Avin hâlâ kapının önünde duruyordu. Pelerinin kenarında bir madeni parayı parlatıyor ve gülüyor gibiydi.

İki araba genişliğindeki toprak yollardan geçtiler. Yolların iki yanında depolar, zaman zaman da yüksek, tahta çitler diziliydi ve kimse yoktu. Rand bir süre âşığın yanında yürüdü. “Thom, Tear ve Ejderin Halkı hakkında anlattıkları ne? Tear, Fırtınalar Denizi kıyısında bir şehir, değil mi?”

“Karaethon Devri,” dedi Thom kısaca.

Rand gözlerini kırpıştırdı. Ejder Kehanetleri. “Kimse o… o hikayeleri İki Nehir’de anlatmaz. En azından Emond Meydanı’nda. Anlatan olsa, Hikmet canlı canlı derisini yüzer.”

“Sanırım yüzmeli de,” dedi Thom kuru kuru. İleride, Lan’in yanındaki Moiraine’e baktı, işitemeyeceğini gördü ve devam etti. “Tear Fırtınalar Denizi üzerindeki en büyük limandır ve Tear Taşı onu koruyan kaledir. Taş’ın, Dünyanın Kırılışı’ndan sonra yapılan ilk kale olduğu söylenir ve bunca zamandır, birçok ordunun denemesine karşın düşmemiştir. Kehanetlerden biri, Tear Taşı’nın, Ejderin Halkı Taş’a gelene kadar düşmeyeceğini söyler. Bir başkası, Dokunulamayan Kılıç, Ejderin eline geçene kadar Taş’ın düşmeyeceğini söyler.” Thom yüzünü buruşturdu. “Taş’ın düşüşü Ejder’in yeniden doğduğu hakkında eh büyük kanıtlardan biri olacak. Umarım Taş, ben toza dönene kadar durur.”

“Dokunulamayan kılıç mı?”

“Öyle denir. Gerçekten de bir kılıç mı, bilmiyorum. Her neyse, Taş’ın Yüreği’nde, iç kalenin merkezinde duruyor. Oraya Tear’ın Büyük Lordları’ndan başka kimse giremiyor ve onlar da içeride ne oldu– ğundan hiç bahsetmiyorlar. En azından âşıklara.”

Rand kaşlarını çattı. “Taş, Ejder kılıcı alana kadar düşmeyecek, ama Taş düşmeden nasıl kılıcı alabilir ki? Ejder’in Tear’ın Büyük Lordları’ndan biri mi olması gerekiyor?”

“Bu pek olası değil,” dedi Âşık kuru kuru. “Tear, Güç ile ilgili herhangi bir şeyden Amador’dan bile çok nefret eder ve Amador, Işığın Evlatları’nın kalesidir.”

“O zaman Kehanet nasıl gerçekleşebilir?” diye sordu Rand. “Ejder hiç doğmasa daha çok hoşuma giderdi, ama gerçekleşemeyecek bir kehanet mantıklı gelmiyor. İnsanları Ejder’in bir daha hiç doğmayacağına inandırmak için uydurulmuş bir hikaye gibi geliyor. Öyle değil mi?”

“Çok soru soruyorsun, evlat,” dedi Thom. “Kolayca gerçekleşebilecek bir kehanet pek değerli olmazdı, değil mi?” Aniden sesi canlandı. “Eh, geldik. Burası her neresi ise.”

Lan, adam boyu, tahta bir çitin, diğer yanlarından hiçbir farkı olmayan bir kısmında durmuştu. Hançerinin ucunu iki tahta arasına sokmuş, uğraşıyordu. Aniden bir tatmin homurtusu çıkardı, çekli ve çitin bir bölümü kapı gibi dışa açıldı. Rand bunun gerçekten de bir kapı olduğunu gördü, ama içeriden açılmak üzere yapılmış bir kapı. Lan’in kaldırdığı metal çengel bunu gösteriyordu.

Moiraine, Aldieb’ı arkasından çekerek hemen içeri girdi. Lan diğerlerinin de takip etmesini işaret etti ve en arkadan gelerek kapıyı kapattı.

Çitin öbür yanında, Rand kendini bir hanın ahır avlusunda buldu. Binanın mutfağından yüksek tangırtılar ve koşturma sesleri geliyordu, ama onu asıl etkileyen büyüklüğü oldu: Badeçay Hanı’ndan iki kat fazla yer kaplıyordu ve dört katlıydı. Pencerelerin yarısından fazlası koyulaşan alacakaranlığın içinde parlıyordu. Rand bu kadar çok yabancı barındırabilen bu şehir karşısında şaşkınlık içine düştü.

Onlar avluya girer girmez geniş ahırın büyük, kubbeli kapılarında kirli, kanvas önlükler içinde üç adam belirdi. Aralarında, elinde gübre beli bulunmayan tek kişi olan zayıf bir adam kollarını sallayarak öne çıktı.

“Hey! Hey! O şekilde giremezsiniz! Öne dolaşmanız gerek!”

Lan’in eli yine kesesine gitti, ama o bunu yaparken al’Vere Efendi kadar şişman bir adam handan telaşla çıktı. Kulaklarının üzerinden saç tutamları fışkırmıştı ve parlak, beyaz önlüğü hancı olduğunu gösteriyordu.

“Sorun yok, Mutch,” dedi yeni gelen. “Sorun yok. Bunlar beklediğimiz konuklar. Atları ile ilgilen. İyi bak onlara.”

Mutch, asık suratla parmak boğumlarını alnına dokundurdu, sonra iki arkadaşına yardıma gelmelerini işaret etti. Hancı, Moiraine’e dönerken Rand ve diğerleri telaşla heybelerini ve battaniye rulolarını aldılar. Adam Aes Sedai’ye eğilerek selam verdi ve içten bir gülümseme ile konuştu.

“Hoşgeldiniz, Alys Hanım. Hoşgeldiniz. Sizi tekrar görmek ne güzel, sizi ve Andra Efendi’yi. Çok güzel. İnce sohbetlerinizi pek özlemiştik. Evet, öyle. Endişelendiğimi söylemek zorundayım, kırlara gitmeniz falan. Eh, demek istediğim, böyle bir zamanda, hava çılgın gibiyken, kurtlar geceleyin duvarların dibinde ulurken.” Aniden geniş göbeğine bir şaplak attı ve başını iki yana salladı. “Bak hele, sizi içeri almak yerine gevezelik edip duruyorum. Gelin. Gelin. Sıcak yemekler ve sıcak yataklar, istediğiniz bu olmalı. Ve Baerlon’daki en iyileri tam burada. En iyileri.”