Hanın güney ucunda, çaydan uzakta, daha büyük bir taş temelin kalıntıları uzanıyordu. Bir zamanlar hanın parçasıydı –ya da öyle olduğu söyleniyordu. Artık ortasında dev bir meşe ağacı büyüyordu, çevresi otuz adımdı ve adam kalınlığında dalları vardı. Yazın, Bran al’Vere o dalların altına, o sırada yaprakların gölgelendirdiği yere masalar atardı. İnsanlar sohbet ederken ya da belki taş oyunu için tahtalarını kurarken, bir kupanın ve serin esintinin tadını çıkarırlardı.
“İşte geldik, evlat.” Tam, Bela’nın yularına uzandı, ama eli deriye dokunmadan at hanın önünde durmuştu bile. “Yolu benden iyi biliyor,” diye güldü Tam.
Aksın son gıcırtısı da susarken, han kapısında Bran al’Vere belirdi. Köydeki diğer herkesin neredeyse iki katıydı, ama o cüssede bir adam için çok kolay hareket ediyor gibi görünüyordu. Tepesi seyrek, gri saçlarla süslenmiş yuvarlak yüzü, bir gülümseme ile bölünmüştü. Hancı soğuğa rağmen gömleğiyle çıkmıştı, beline lekesiz, beyaz bir önlük takmıştı. Terazi ağırlığı biçiminde yapılmış gümüş madalyonlardan bir takım göğsünde asılıydı.
Yün ve tütün için Baerlon’dan gelen tüccarların paralarını tartmak amacıyla kullanılan terazi kefeleri ile madalyon Belediye Başkanı’nın simgeleriydi. Bran onu yalnızca tüccarlarla iş yaparken, Festivallerde, ziyafetlerde ve düğünlerde takardı. Bu sefer bir gün önce takmıştı, ama o gece Kışgecesi’ydi, Bel Tine’dan önceki gece, herkesin bütün gece birbirini ziyaret ettiği, küçük hediyeler değiştokuş ettiği, her evde bir lokma yemek ve bir yudum içki içtiği geceydi. Bu kıştan sonra, diye düşündü Rand, muhtemelen Kışgecesi’ni yarına kadar beklememek için yeterli bahane görüyor.
“Tam,” diye bağırdı Belediye Başkanı, onlara doğru seyirtirken. “Işık üzerime parlasın, sonunda seni görmek ne güzel. Seni de, Rand. Nasılsın, oğlum?”
“İyi, Başkan al’Vere,” dedi Rand. “Siz nasılsınız, efendim?” Ama Brand’in dikkati çoktan Tam’e dönmüştü.
“Neredeyse bu sefer brendini getirmeyeceğini düşünmeye başlayacaktım. Daha önce hiç bu kadar gecikmemiştin.”
“Bugünlerde çiftliği bırakmaktan hoşlanmıyorum, Bran,” diye yanıt verdi Tam. “Kurtlar böyle davranırken değil. Ve hava.”
Bran homurdandı. “Keşke birileri hava durumu dışında birşeylerden bahsetse. Herkes havadan şikayet ediyor ve aklı daha iyisine ermesi gereken kişiler hava durumunu benim düzeltmemi bekliyor. Biraz önce Bayan al’Donel’a leylekler hakkında hiçbir şey yapamayacağımı açıklamak için yirmi dakika harcadım. Benim ne yapmamı beklediğini…” Başını iki yana salladı.
“Uğursuz bir alamet,” diye bildirdi cızırtılı bir ses. “Bel Tine’da çatılarda yuva kuran leylekler olmaması.” Eski bir kök gibi boğum boğum olmuş ve kararmış Cenn Buie, Tam ile Bran’in yanına yürüdü ve neredeyse kendi kadar uzun ve boğum boğum olan asasına dayandı. Boncuk gözleri ile, iki adamı aynı anda yerlerine mıhlamaya çalıştı. “Daha kötüsü de gelecek, sözlerime mim koyun.”
“Demek falcı oldun ve alametleri yorumluyorsun, öyle mi?” diye sordu Tam kuru kuru. “Ya da belki Hikmet gibi rüzgarı dinliyorsundur. Kesinlikle yeteri kadar alamet var. Ve bazıları pek de uzaklardan gelmiyor.”
“İstediğin kadar alay et,” diye mırıldandı Cenn, “ama hava, ekinlerin filizlenmesine yetecek kadar ısınmazsa, birden fazla kiler hasattan önce boşalmış olacak. Gelecek kışa kadar İki Nehir’de kurtlar ve kuzgunlardan başka canlı kalmayacak. Hattâ belki bu kış.”
“Şimdi bu ne demek oluyor?” dedi Bran keskin bir sesle.
Cenn ikisine ekşi ekşi baktı. “Nynaeve al’Meara hakkında söyleyecek fazla iyi şeyim yok. Bunu biliyorsunuz. Bir kere, çok genç bir… Fark etmez. Kadın Kurulu, Köy Kurulu’nun onların işlerini konuşmasına bile itiraz ediyor, ama onlar istedikleri zaman bizim işlerimize karışıyorlar, ki bu da hemen hemen her zaman oluyor, ya da öyle görünüyor…”
“Cenn,” diye araya girdi Tam, “anlatmak istediğin bir şey var mı?”
“Anlatmak istediğim şu, al’Thor. Hikmet’e kışın ne zaman biteceğini sor, yürüyüp gidiyor. Belki rüzgarda ne duyduğunu bize söylemek istemiyordur. Belki kışın bitmeyeceğini duyuyordur. Belki Çark dönene ve Çağ sona erene kadar kış olmaya devam edecektir. İşte anlatmak istediğim bu.”
“Belki koyunlar da uçar,” diye terslendi Tam ve Bran ellerini öfkeyle kaldırdı.
“Işık beni aptallardan korusun. Köy Kurulu’ndasın Cenn ve şimdi bu Coplin’lerin laflarını yayıyorsun. Eh, şimdi beni dinle. Sen olmadan da yeterince sorunumuz var…”
Rand’ın kol yeninin hızla çekilmesi ve alçak, yalnızca onun duyması amaçlanmış bir ses, dikkatini yetişkinlerin konuşmalarından uzaklaştırdı. “Haydi gel, Rand, onlar tartışmalarını bitirmeden. Seni işe koşmadan.”
Rand bakışlarını indirdi ve sırıttı. Mat Cauthon, Tam, Bran ve Cenn onu göremesin diye arabanın yanında çömelmişti. İki büklüm durmaya çalışırken ince bedeni leylek gibi çarpılmıştı.
Mat’in kahverengi gözleri, her zamanki gibi haylazlıkla parlıyordu. “Dav ve ben kocaman, ihtiyar bir porsuk yakaladık, ininden çıkmaya zorlandığı için çok sinirli. Çayır’da bırakıp kızların kaçışmasını seyredeceğiz.”
Rand’ın gülümsemesi genişledi, bir iki yıl önce görüneceği kadar büyük bir eğlence gibi gelmiyordu ona bu, ama Mat asla büyümüyor gibiydi. Babasına hızlı bir bakış fırlattı –başlarını birbirlerine uzatmışlar, hepsi birden konuşuyordu– sonra sesini alçalttı. “Elma şarabını indireceğime söz verdim. Ama daha sonra seni bulurum.”
Mat gözlerini gökyüzüne yuvarladı. “Fıçı taşımak mı! Yaksınlar beni, bebek kız kardeşimle taş oynarım, daha iyi. Eh, porsuktan daha iyi şeyler biliyorum. İki Nehir’de yabancılar var. Dün gece…”
Bir an Rand’ın nefesi kesildi. “Atlı bir adam mı?” diye sordu. “Siyah pelerinli, siyah atlı bir adam. Ve pelerini rüzgarda hareket etmiyor.”
Mat sırıtmasını yuttu, sesi boğuk bir fısıltıya dönüştü. “Onu sen de mi gördün? Yalnız ben gördüm sanıyordum. Gülme Rand, ama beni korkuttu.”
“Gülmüyorum. Beni de korkuttu. Benden nefret ettiğine, beni öldürmek istediğine yemin edebilirdim.” Rand ürperdi. O güne kadar birinin onu öldürmek isteyebileceğini, gerçekten öldürmek isteyebileceğini hiç düşünmemişti. Bu tür şeyler İki Nehir’de olmazdı. Belki bir yumruk dövüşü ya da bir güreş maçı, ama cinayet değil.
“Nefreti bilmem, Rand, ama yine de yeterince korkunçtu. Tek yaptığı, köyün hemen dışında, atının üzerinde oturup bana bakmaktı, ama hayatımda hiç bu kadar korkmamıştım. Eh, bir anlığına bakışlarımı kaçırdım –kolay değildi ama– sonra yine baktığımda yok olmuştu. Kan ve küller! Üç gün oldu ve hâlâ onu düşünmekten kendimi alamıyorum. Devamlı omzumun üzerinden arkama bakıyorum.” Mat kahkaha atmaya çalıştı, ama ancak bir gıklama çıkarabildi. “Korkunun seni nasıl etkilediği gülünç. Tuhaf şeyler düşünmeye başlıyorsun. Hattâ –bir anlığına olsa da– onun Karanlık Varlık olabileceğini düşündüm.” Yine kahkaha atmaya çalıştı, ama bu sefer hiç ses çıkmadı.
Rand derin bir nefes aldı. Başka herhangi bir sebepten çok kendine hatırlatmak için, düşünmeden konuştu, “Karanlık Varlık ve Terkedilmişlerin tümü Shayol Ghul’de, Büyük Afet’in ötesinde tutsak, Yaratım sırasında Yaratıcı tarafından tutsak edildiler ve zamanın sonuna dek tutsak kalacaklar. Yaratıcı’nın eli dünyayı koruyor ve Işık hepimizin üzerine parlıyor.” Bir nefes daha aldı ve devam etti. “Dahası, eğer özgür olsaydı, Gecenin Çobanı neden İki Nehir’de çiftçi çocuklarını izleyecekti ki?”