“Ah, neden olmasın?” dedi Mat teslim olmuşçasına. “Babanın dediği gibi, mahzene ne kadar çabuk inerse…” İki eliyle şarap fıçılarından birini kaldırdı ve yarı koşturarak hana seyirtti. “Belki Egwene buralardadır. Ona balta yemiş öküz gibi bakakalmanı izlemek porsuk kadar iyi olacak.”
Rand yayını ve sadağını arabanın arkasına koyarken durdu. Gerçekten de Egwene’i aklından çıkarmayı başarmıştı. Bu sıradışı bir şeydi. Ama muhtemelen handa bir yerde olacaktı. Ondan kaçınma şansı yoktu pek. Elbette, onu göreli haftalar geçmişti.
“Ee?” diye seslendi Mat hanın önünden. “Hepsini benim taşıyacağımı söylemedim. Henüz Köy Kurulu’nda değilsin.”
Rand irkildi, bir fıçı aldı ve takip etti. Belki de kız buralarda değildi. Tuhaf bir şekilde, bu olasılık kendini daha iyi hissetmesini sağlamadı.
2
YABANCILAR
Rand ile Mat ilk fıçıları salondan geçirirken, al’Vere Efendi bir duvara dayanmış, fıçıların birinden, kendi yapımı en iyi kahverengi biradan iki kupa dolduruyordu. Hanın sarı kedisi Tırmık gözlerini kapatmış, kuyruğunu ayaklarına dolamış, fıçının tepesine çökmüştü. Tam ırmak taşından yapılmış büyük şöminenin önünde durmuş, hancının sade, taştan şömine rafının üzerinde bulundurduğu parlak, teneke kutudan tütün doldurduğu uzun piposunu yokluyordu. Şömine büyük, kare odanın genişliğinin yarısı boyunca uzanıyordu, boyu omuz yüksekliğindeydi ve şöminedeki çıtırtılı ateş, dışarının soğuğunun hakkından geliyordu.
Festival’den önceki meşgul günün o saatinde, Rand, salonun, Bran, babası ve kedi dışında boş olmasını beklemişti, ama Köy Kurulu’nun Cenn dahil dört üyesi ateşin önünde, kupaları ellerinde, pipolarından yükselen mavi-gri duman başlarını sarmalayarak yüksek sırtlı sandalyelerde oturuyorlardı. Oyun tahtalarının hiçbiri kullanılmıyordu ve Bran’in kitaplarının tamamı şöminenin karşısındaki rafın üzerinde boş oturuyorlardı. Adamlar konuşmuyordu bile, Tam ve Bran’in aralarına katılmasını beklerken sessizce biralarına bakıyor ya da pipolarının saplarını sabırsızlıkla dişlerine vuruyorlardı.
Bugünlerde endişe, Köy Kurulu’nda, Emond Meydanı’nda, muhtemelen Seyrantepe’de ya da Deven Yolu’nda sıradışı bir şey sayılmazdı. Hattâ belki Taren Salı’nda, ama Taren Salı halkının gerçekte neler düşündüğünü kim bilebilirdi?
Ateşin önündeki adamlar arasında yalnızca iki kişi, içeri giren oğlanlara baktı: demirci Haral Luhhan ve değirmenci Jon Thane. Ama Luhhan Usta, bakmaktan fazlasını yaptı. Demircinin kolları çoğu adamın bacaklarından daha kalındı, iri kaslarla kaplıydı ve toplantıya doğrudan demirhaneden gelmiş gibi deri önlüğü hâlâ üzerindeydi. İkisine bakarken kaşlarını çattı, sonra sandalyesinde yavaşça doğruldu, dikkatini kalın parmağı ile özenle piposuna vurmaya çevirdi.
Rand meraklanarak yavaşladı; Mat ayak bileğini tekmeleyince bağırmamak için kendini zor tuttu. Arkadaşı başını ısrarla salonun arkasındaki kapıya doğru salladı ve beklemeden o tarafa seyirtti. Rand hafifçe topallayarak, daha yavaş takip etti.
“Bunu neden yaptın?” diye sordu, mutfağa giden koridora girer girmez. “Neredeyse bileğimi…”
“İhtiyar Luhhan yüzünden,” dedi Mat, Rand’ın omzunun üzerinden salonu gözetleyerek. “Sanırım şeyi yapanın ben olduğumdan kuşkulanıyor…” Al’Vere Hanım, taze pişmiş ekmek kokuları içinde, telaşla mutfaktan çıkınca aniden sustu.
Kadın, elindeki tepside Emond Meydanı’nda onu meşhur eden çıtır ekmeklerinden taşıyordu. Turşu ve peynir tabakları da onlara eşlik ediyordu. Yiyecek, Rand’a aniden o sabah çiftlikten ayrılmadan önce yalnızca bir ekmeğin ucunu yiyebildiğini hatırlattı. Midesi utanç verici bir şekilde guruldadı.
Grileşen saçlarını kalın bir örgü halinde toplamış ve bir omzunun üzerine atmış ince bir kadın olan al’Vere Hanım, ikisine birden anaç bir tavırla gülümsedi. “Siz ikiniz açsanız, mutfakta bunlardan daha var ve sizin yaşınızdaki delikanlıların aç olmadığını hiç görmedim. Ya da başka yaşta. İsterseniz, bu sabah ballı kek pişiriyorum.”
O yörede, Tam’e çöpçatanlık yapmaya çalışmayan nadir evli kadınlardandı. Rand’a karşı anaçlığı ancak sıcak gülümsemelere ve hana geldiği zaman yiyecek birşeyler ikram etmeye kadar varıyordu, ama bunu o yöredeki her genç adama yapıyordu zaten. Zaman zaman daha fazlasını yapmak ister gibi baksa da, bakışlardan öteye gitmiyordu ve Rand bu nedenle içten bir minnettarlık duyuyordu.
Kadın yanıt beklemeden salona daldı. Erkekler hemen sandalye sürüme sesleri ve ekmeklerin kokusu üzerine nidalarla ayağa kalktı. Al’Vere Hanım Emond Meydanı’ndaki en iyi aşçıydı ve oralarda, ayaklarını onun masasının altına sokma şansının üzerine atlamayacak erkek yoktu.
“Ballı kekler,” dedi Mat, ağzını şapırdatarak.
“Daha sonra,” dedi Rand kararlılıkla, “yoksa işimiz hiç bitmez.”
Mahzen merdivenlerinin üzerinde, mutfak kapısının hemen yanında bir lamba asılıydı ve bir başkası, hanın altındaki taş duvarlı odada parlak bir havuz oluşturuyor, loşluğu en uzak köşelere mahkum ediyordu. Duvarlar boyunca uzanan ahşap raflarda ve yerde, brendi ve elma şarabı fıçıları, daha iri bira ve şarap fıçıları vardı ve bazılarına musluk takılmıştı. Şarap fıçılarının çoğu, Bran al’Vere’in, hangi sene getirildiğini, hangi Çerçi’nin malı olduğunu, hangi şehirde imal edildiğini belirten el yazısı ile işaretlenmişti. Biranın ve brendinin çoğu, İki Nehir halkının ve Bran’in imalatı idi. Zaman zaman çerçiler, hattâ tüccarlar dışarıdan brendi ve bira getirirdi, ama asla o kadar iyi olmaz ve çok pahalıya malolurdu, üstelik bir kez içen bir daha içmezdi.
“Şimdi,” dedi Rand, fıçıları raflara yerleştirirlerken, “Luhhan Usta’dan kaçınmanı gerektirecek ne yaptın?”
Mat omuz silkti. “Aslında hiçbir şey. Adan al’Carr ile bazı sümüklü arkadaşlarına –Ewin Finngar ve Dag Coplin’e– bazı çiftçilerin ormanda koşturan, ateş püsküren hayalet köpekler gördüğünü söyledim. Ekşi krema gibi yuttular.”
“Luhhan Usta sana bu yüzden mi kızgın?” dedi Rand kuşkuyla.
“Tam olarak değil.” Mat durakladı, sonra başını salladı. “Onun köpeklerinden iki tanesini una buladım, böylece bembeyaz oldular. Sonra Dag’ın evinin yakınında serbest bıraktım. Doğrudan eve koşacaklarını nereden bilebilirdim ki? Benim suçum değil aslında. Luhhan Hanım kapıyı açık bırakmasaydı asla içeri giremezlerdi. Evin her yanını una bulamaya niyetlendiğimden değil.” Havlarcasına bir kahkaha attı. “Luhhan Hanım’ın, ihtiyar Luhhan ile köpekleri, üçünü birden, süpürgeyle dışarı kovaladığını duydum.”
Rand aynı anda hem irkildi, hem güldü “Senin yerinde olsaydım demirciden çok Alsbet Luhhan hakkında endişelenirdim. Neredeyse onun kadar güçlü ve çok daha sinirli. Ama fark etmez. Hızlı yürürsen, belki seni fark etmez.” Mat’in ifadesi Rand’ın komik olmadığını söylüyordu.
Ama ortak odadan yine geçtiklerinde, Mat’in acele etmesine gerek yoktu. Altı adam sandalyelerini şöminenin çevresinde sıkı bir düğüm oluşturacak şekilde çekmişlerdi. Tam, sırtını ateşe vermiş, alçak sesle konuşuyordu. Diğerleri dinlemek için eğilmişti. Söylediklerine o kadar dalmışlardı ki, odadan bir koyun sürüsü geçirilse yine de fark etmeyebilirlerdi. Rand konuşulanları işitebilmek için daha yakına gitmek istedi, ama Mat kolunu çekiştirdi ve ona ızdırap dolu bir bakış fırlattı. Rand içini çekerek Mat’i arabaya kadar takip etti.
Tekrar koridora döndüklerinde, merdivenlerin tepesinde bir tepsi buldular. Sıcak ballı keklerin tatlı kokusu koridoru doldurmuştu. İki kupa ve bir sürahi dolusu sıcak, baharatlı elma şarabı da vardı. İşini bitirene kadar bekleme kararına rağmen, Rand araba ile mahzen arasında yaptığı son iki yolculukta kendini bir yandan fıçı taşıyıp, diğer yandan ballı kek yutmaya çalışırken buldu.