Выбрать главу

Son fıçıyı da rafa yerleştirdikten sonra, Mat’in yükünü bırakmasını beklerken ağzındaki kırıntıları sildi ve, “Gelelim âşığa…” dedi.

Merdivenlerde ayak sesleri duyuldu ve Ewin Finngar, yüzü, taşıdığı haberi verme hevesi ile kıpkırmızı, telaş içinde mahzene neredeyse düşerek indi. “Köyde yabancılar var.” Nefes aldı ve Mat’e kurnaz bir bakış fırlattı. “Hiç hayalet köpek görmedim, ama birinin Luhhan Usta’nın köpeklerini una buladığını duydum. Luhhan Hanım’ın kimi araması gerektiği konusunda bazı fikirleri olduğunu da duydum.”

Rand ve Mat’i, yalnızca on dört yaşında olan Ewin’den ayıran yıllar, normalde söylediklerine aldırış etmemelerine yetecek kadar çoktu. Bu sefer irkilerek bakıştılar, sonra aynı anda konuşmaya başladılar.

“Köyde mi?” diye sordu Rand. “Ormanda değil mi?”

Mat hemen ekledi, “Pelerini siyah mıydı? Yüzünü görebildin mi?”

Ewin, kararsızca bir birine, bir ötekine baktı, sonra Mat tehditkar bir adım atınca telaşla konuştu. “Elbette yüzünü gördüm. Ve pelerini yeşil. Belki de gri. Değişiyor. Neyin önünde duruyorsa, ona göre değişiyor gibi. Bazen doğrudan ona baksan da, hareket etmezse onu göremiyorsun. Kadının pelerini gökyüzü gibi mavi ve gördüğüm en güzel festival elbisesinden on kat daha güzel. Kendisi de gördüğüm en güzel kadından on kat güzel. Hikayelerdeki gibi asil bir hanım. Öyle olmalı.”

“Kadın mı?” dedi Rand. “Sen kimden bahsediyorsun?” İki elini kafasının üzerine koymuş, gözlerini kapatmış olan Mat’e baktı.

“Sana anlatmak istediğim kişiler,” diye mırıldandı Mat, “ama sen alıp…” Sustu, gözlerini açıp Ewin’e keskin bir bakış fırlattı. “Dün gece geldiler,” diye devam etti Mat bir an sonra. “Ve handa oda tuttular. Atla geldiklerini gördüm. Atları, Rand. Hiç o kadar uzun boylu, o kadar zarif atlar görmemiştim. Sonsuza dek koşabilirmiş gibi görünüyorlar. Sanırım, adam kadın için çalışıyor.”

“Hizmetinde,” diye araya girdi Ewin. “Hikayelerde, hizmetinde olduğunu söylerler.”

Mat, sanki Ewin hiç konuşmamış gibi devam etti. “Her neyse, adam kadına boyun eğiyor ve söylediği şeyleri yapıyor. Ama maaşlı biri değil gibi. Belki bir askerdir. Kılıcını takma tarzı… Onu bir parçasıymış gibi taşıyor, eli ya da ayağıymış gibi. Onun yanında tüccarların koruyucuları sokak köpeği gibi görünür. Ve kadın, Rand. Ona benzer birini hayal bile etmemiştim. Bir âşığın hikayesinden çıkıp gelmiş gibi görünüyor. Sanki… Sanki…” Ewin’e ekşi ekşi bakarak durakladı. “… Asil bir hanım gibi,” diye bitirdi içini çekerek.

“Ama kim onlar?” diye sordu Rand. Senede bir kez tütün ve yün almak için gelen tüccarlar ve çerçiler dışında, İki Nehir’e yabancılar neredeyse hiç gelmezdi. Belki Taren Salı’na, ama bu kadar güneye değil. Tüccarların ve çerçilerin çoğu senelerdir gelirdi, bu yüzden yabancı sayılmazlardı. Yalnızca yabancılar. Emond Meydanı’nda gerçek bir yabancı görülmeyeli en az beş yıl olmuştu ve o yabancı da, köyden hiç kimsenin anlamadığı Baerlon’daki bir sorundan kaçmaya çalışıyordu. Fazla kalmamıştı. “Ne istiyorlarmış?”

“Ne mi istiyorlarmış?” diye bağırdı Mat. “Ne istedikleri umurumda bile değil. Yabancılar Rand, ve hayal bile etmediğin türden yabancılar. Bir düşün!”

Rand ağzını açtı, sonra konuşmadan kapattı. Siyah pelerinli atlı onu köpeğin kovaladığı bir kedi kadar sinirli yapmıştı. Üç yabancının aynı anda köy çevresinde görünmesi tesadüf olamayacak kadar fazla geliyordu. Bahsettikleri bu adamın pelerini renk değiştirirken hiç siyah olmuyorsa, üç yabancı.

“Kadının adı Moiraine,” dedi Ewin, oluşan anlık sessizliği bozarak. “Adamın söylediğini duydum. Kadına Moiraine, diyordu. Leydi Moiraine. Adamın adı Lan. Hikmet kadından hoşlanmamış olabilir, ama ben hoşlandım.”

“Nynaeve’in ondan hoşlanmadığını düşünmenin nedeni ne?” dedi Rand.

“Kadın bu sabah Hikmet’e yön sordu,” dedi Ewin, “ve ona ‘çocuğum,’ dedi.” Rand ve Mat dişlerinin arasından yumuşak sesle ıslık çaldı. Ewin açıklamaya çalışırken dili sürçtü. “Leydi Moiraine onun Hikmet olduğunu bilmiyordu. Öğrendikten sonra özür diledi. Gerçekten. Ve bitkiler hakkında, Emond Meydanı’nda kimin kim olduğu konusunda sorular sordu. Köydeki herhangi bir kadın kadar saygılıydı, hattâ bazılarından daha fazla. İnsanların kaç yaşında olduğu, oturdukları yerde ne kadardır oturdukları hakkında sorular soruyor hep… ah, nedir, bilmiyorum. Her neyse, Nynaeve sorularını, ham böğürtlen yemiş gibi yanıtladı. Sonra, Leydi Moiraine uzaklaştıktan sonra, şey gibi arkasından baktı, şey gibi… eh, pek dost canlısı değildi, bu kadarını söyleyebilirim.”

“Bu kadar mı?” dedi Rand. “Nynaeve’in mizacını bilirsin. Geçen sene Cenn Buie ona çocuk dediğinde, sopasını kafasına indirmişti. Üstelik adam Köy Kurulu’nda ve dedesi olacak yaşta. Her şeye alevleniyor, ama sırtını dönene kadar öfkesi geçiyor.”

“Yine de benim için fazla uzun,” diye mırıldandı Ewin.

“Nynaeve’in kimin kafasına sopa indirdiği beni ilgilendirmiyor,” –Mat kıkırdadı– “ben olmadığım sürece. Bu tüm zamanların en iyi Bel Tine’ı olacak. Bir âşık, bir hanımefendi –kim daha fazlasını isteyebilir ki? Havaifişeklere kimin ihtiyacı var?”

“Âşık mı?” dedi Ewin, sesi keskin bir şekilde yükselerek.

“Haydi gel, Rand,” diye devam etti Mat, oğlanı duymazdan gelerek. “Burada işimiz bitti. Bu adamı görmelisin.”

Merdivenlerden yukarı sıçradı. Ewin, arkasından tırmanarak seslendi, “Gerçekten bir âşık var mı, Mat? Bu hayalet köpekler gibi değil, değil mi? Ya da kurbağalar.”

Rand durup lambayı kıstı, sonra arkalarından seyirtti.

Salonda Rowan Hum ve Samel Crawe ateşin önünde diğerlerine katılmıştı. Böylece tüm Köy Kurulu toplanmış oluyordu. Şimdi Bran al’Vere konuşuyordu. Normalde tok çıkan sesini o kadar alçaltmıştı ki, toplanmış sandalyelerin ötesine yalnızca alçak bir mırıltı ulaşıyordu. Belediye Başkanı kalın işaret parmağını diğer elinin avucuna vurarak sözlerini vurguluyor, sırayla her adama bakıyordu. Hepsi söylediğini onaylayarak başlarını salladılar, ama Cenn diğerlerinden daha gönülsüzdü.

Adamların birbirlerine böylesine sokulmuş olması, bir tabeladan daha çok şey söylüyordu. Konuştukları her ne ise, bu yalnızca Köy Kurulu’nu ilgilendirirdi, en azından şimdilik. Rand’ın kulak misafiri olmaya çalışmasından hoşlanmayacaklardı. Rand gönülsüzce uzaklaştı. Âşık vardı zaten. Bir de o yabancılar.

Dışarıda Bela ve araba gitmişti, hanın ahır uşakları Hu ve Tad tarafından götürülmüşlerdi. Mat ve Ewin hanın ön kapısının birkaç adım ötesinde durmuş, pelerinleri rüzgarda dalgalanarak dik dik birbirlerine bakıyorlardı.

“Son kez söylüyorum,” diye havladı Mat, “sana oyun oynamıyorum. Bir âşık var. Git artık. Rand, bu yünkafaya doğruyu söylediğimi ve beni yalnız bırakmasını söyler misin?”

Rand pelerinini toparlayarak Mat’i desteklemek için öne çıktı, ama ensesindeki tüyler diken diken olurken sözcükleri solup gitti. Yine izleniyordu. Pelerinli yabancının verdiği histen çok farklıydı, ama bu da hoş değildi, özellikle de o karşılaşmanın üzerinden fazla zaman geçmeden.

Otlak’a hızla fırlattığı bakış yalnızca daha önce gördüğü şeyleri gösterdi –oyun oynayan çocuklar, Festivale hazırlanan insanlar. Kimse ona bakmıyordu. Bahar Direği şimdi yalnız duruyor, bekliyordu. Yan sokakları, koşuşturma ve çocuksu haykırışlar doldurmuştu. Her şey olması gerektiği gibiydi. İzleniyor olması dışında.