Выбрать главу

Trolloclar –en azından Trolloc parçaları– havaya uçtu. Altlarındaki duvar, tekmelenmiş oyuncak bloklar gibi dağıldı. Talmanes gözleri karararak sallanırken, duvarın dışarı doğru yıkıldığını gördü. Yere düşer, kendini kaybederken, düşüşünün hızıyla toprak sarsıldı adeta.

1

DOĞUYA ESTİ RÜZGAR

Zaman Çarkı döner ve Çağlar gelip geçer. Geriye bıraktığı anılar efsaneye dönüşür. Efsane solup mit olur ve onu doğuran Çağ yeniden geldiğinde mit bile unutulmuştur. Bazılarının Üçüncü Çağ dediği, henüz gelmemiş ve geçeli çok olmuş bir Çag’da, Puslu Daglar’da bir rüzgar yükseldi. Rüzgar başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken başlangıçlar ve bitişler yoktur. Ama bir başlangıçtı.

Rüzgar doğuya esti, yüce dağlardan indi ve ıssız tepelerin üzerinden geçti. Batıkorusu denen yere geldi; eskiden çam ve meşinyapraklarla yemyeşil bir yer. Rüzgar burada dolaşık çalılıklardan başka pek bir şey bulamadı. Tek tük koca meşelerin çevresi haricinde, pek gürdü çalılıklar. Meşeler de hastalıklı görünüyordu, kabukları soyulmaya yüz tutmuştu ve dalları sarkıktı. Çamlar iğne yapraklarını dökmüş, yeri kahverengi bir battaniye gibi kaplamıştı. Batıkorusu’ndaki iskelet dalların hiçbiri tomurcuk vermemişti.

Rüzgar, sallanırken çıtırdayıp kırılan çalıların üzerinden kuzeydoğuya esti. Gece vaktiydi ve sıska tilkiler çürük zeminde dolaşıyor, boş yere av ya da leş arıyordu. Bahar kuşları ötmüyordu ve daha da önemlisi, her yerde kurtların ulumaları kesilmişti.

Rüzgar ormandan çıktı ve Taren Salı’nı geçti. Taren Salı’ndan geriye kalanları. Eskiden, yerel standartlara göre güzel bir kasabaydı. Kızıltaştan temeller üzerinde koyu renk binaları, parke taşı döşeli sokaklarıyla, İki Nehir olarak bilinen bölgenin başlangıcına kurulmuştu.

Yanan binalardan yükselen dumanlar uzun zaman önce kesilmişti, ama kasabadan geriye, yeniden inşa edilecek pek bir şey kalmamıştı. Vahşi köpekler moloz yığınlarının arasında et arıyordu. Rüzgar geçerken, aç gözlerle başlarını kaldırdılar.

Rüzgar ırmağı geçip doğuya doğru yoluna devam etti. Burada, meşale taşıyan mülteci kümeleri, geceye aldırmadan, Baerlon’dan Beyazköprü‘ye giden uzun yolda yürüyorlardı. Başlarını eğmiş, omuzlarını kaldırmış, acınası bir gruptu. Bazıları Domanlıların bakır rengi tenine sahipti; yıpranmış giysileri, pek az erzakla dağları aşarken yaşadıkları güçlükleri yansıtıyordu. Diğerleri daha uzaklardan geliyorlardı. Kirli peçelerinin üzerinde ürkek bakışlarıyla Tarabonlular. Ghealdan’ın kuzeyinden çiftçiler ve karılan. Hepsi, Andor’da yiyecek olduğu söylentilerini duymuşlardı. Andor’da umut vardı.

Şimdiye dek ikisini de bulamamışlardı.

Rüzgar, ekinsiz çiftliklerin arasından dolaşarak, ırmak boyunca doğuya esti. Çimenleri olmayan otlaklar. Meyvesi olmayan bahçeler.

Terk edilmiş köyler. Eti kemirilmiş kemiklerden farksız ağaçlar. Kuzgunlar dallarda toplaşmıştı. Aç tavşanlar ve bazen daha büyük av hayvanları dalların altındaki ölü otların altında aranıyordu. Hepsinin üzerinde, her daim mevcut bulutlar araziyi kaplıyordu. Bazen o bulut örtüsü, gece mi gündüz mü olduğunu anlamayı güçleştiriyordu.

Rüzgar büyük Caemlyn şehrine yaklaşırken kuzeye, yanan şehirden uzağa döndü – turuncu, kızıl ve yukarıdaki aç bulutlara doğru vahşice püsküren kara dumanlar. Savaş Andor’a gecenin sessizliğinde gelmişti. Yaklaşan mülteciler yakında tehlikeye doğru yürüdüklerini fark edecekti. Bu şaşırtıcı değildi. Tehlike her yerdeydi. Ona doğru yürümekten kaçınmanın tek yolu, olduğunuz yerde kalmaktı.

Rüzgar kuzeye eserken, ümitsiz gözlerle bakarak yol kenarında oturan, yalnız ya da gruplar halinde insanların üzerinden geçti. Bazıları açlık içinde uzanmış, o gürleyen, kaynayan bulutlara bakıyorlardı. Diğerleri bata çıka ilerliyorlardı, ama neye doğru, bilmiyorlardı. Kuzeydeki Son Savaş’a, her ne anlama geliyorsa. Son Savaş umut değildi. Son Savaş ölümdü. Ama olunacak yerdi, gidilecek yerdi.

Akşamın loşluğunda, rüzgar Caemlyn’in epey kuzeyinde, büyük bir insan topluluğuna ulaştı. Bu geniş alan ormanları bölüyordu, ama çürüyen bir kütüğün üzerindeki yosunlar gibi çadırlarla kaplanmıştı. On binlerce asker, bölgedeki kütükleri hızla tüketen kamp ateşlerinin başında bekliyordu.

Rüzgar ateşlerin arasında eserek askerlerin yüzüne duman çarptı. Buradaki insanlar mültecilerdeki umutsuzluk hissini yaymıyordu, ama yine de üstlerinde bir dehşet vardı. Hastalıklı toprakları görebiliyorlardı. Yukarıdaki bulutları hissedebiliyorlardı. Biliyorlardı.

Dünya ölüyordu. Askerler gözlerini alevlere dikmiş, odunların yanmasını izliyordu. Köz köz, eskiden canlı olan şey küle dönüyordu.

Bir asker birliği, iyice yağlanmış olmasına rağmen paslanmaya başlamış olan zırhları denetliyordu. Bir grup beyaz cüppeli Aiel su çekiyordu – tohlarını ödemiş olmalarına rağmen ellerine silah almayı reddeden eski savaşçılar. Yarının Beyaz Kule ile Yenidendoğan Ejder arasında savaş getireceğinden emin bir grup korkmuş hizmetkar, rüzgarın salladığı çadırların içindeki erzakı düzenliyorlardı.

Erkekler ve kadınlar gerçeği geceye fısıldıyorlardı. Son geldi. Son geldi. Her şey yok olacak. Son geldi.

Bir kahkaha havada çınladı.

Kampın ortasındaki geniş bir çadırdan sıcak ışık saçıldı, çadır kapağının çevresinden ve duvarların altından parladı.

O çadırın içinde, Rand al’Thor –Yenidendoğan Ejder– kafasını arkaya devirmiş, kahkahalar atıyordu.

“O ne yaptı peki?” diye sordu Rand, kahkahası dindiğinde. Kendine bir kadeh kırmızı şarap doldurdu, sonra Perrin’e de koydu. Perrin soru karşısında kızarmıştı.

Sertleşti, diye düşündü Rand, ama bir şekilde masumluğunu da yitirmemiş. Tamamen değil. Bu Rand’a harika geliyordu. Bir alabalığın içinde inci bulmak gibi, mucizevi. Perrin güçlüydü, ama gücü onu kırmamıştı.

“Eh,” dedi Perrin, “Marin’in nasıl olduğunu bilirsin. Bir şekilde Cenn’e bile annelik edilmesi gereken bir çocuk gibi bakmayı başarıyor. Faile’i ve beni orada iki aptal delikanlı gibi yatarken bulunca… şey, sanırım bize gülse mi, yoksa başımızı belaya sokmamamız için ayrı ayrı bulaşık yıkatmak için mutfağa mı gönderse, bilemedi.”

Rand sahneyi gözlerinin önüne getirmeye çalışarak gülümsedi. İriyarı, sağlam Perrin yürüyemeyecek kadar zayıf. Uyumsuz bir düşünceydi. Rand arkadaşının abarttığını düşünmek istedi, ama Perrin’in kafasında tek bir yalancı saç teli yoktu. Bir insanın özünde hep aynı kalarak bu kadar değişebilmesi ne tuhaftı.

“Her neyse,” dedi Perrin, şarabından bir yudum aldıktan sonra, “Faile beni yerden kaldırdı ve atımın üzerine oturttu ve ikimiz kasıla kasıla etrafta dolaştık. Ben pek bir şey yapmadım. Savaşı diğerleri verdi – benim bir bardağı alıp dudaklarıma götürecek kadar bile takatim yoktu.” Durdu ve altın rengi gözleri daldı. “Onlarla gurur duymalısın Rand. Dannil, baban ve Mat’in babası, hepsi birden yanımda olmasa, yaptıklarımın yansını bile yapamazdım. Hayır, onda birini yapamazdım.”

“İnanırım.” Rand şarabına baktı. Lews Therin şarabı çok severdi. Rand’ın bir parçası –o uzak parça, eskiden olduğu insanın parçası– bu şaraptan memnun kalmamıştı. Şimdiki dünyada pek az şarap Efsaneler Çagı’nın kaliteli şaraplarıyla boy ölçüşebilirdi. En azından kendi tattıkları arasında.