Выбрать главу

“Saflar acele etsin!” diye bağırdı Talmanes. “Bütün adamlar şehir kapılarına!” Selfar’ı dörtnala kaldırdı.

Bina başka yerde olsa han olarak bilinirdi, ama Isam içeride, döküntü odalara bakan ve tatsız yemekler hazırlayan donuk bakışlı kadınlardan başka kimseyi görmemişti. Buraya yaptığı ziyaretlerde hiç rahat etmiyordu. Oturduğu sert taburenin önündeki çam masa eskilikten o kadar yıpranmıştı ki, daha Isam doğmadan önce grileşmiş olmalıydı. Aiellerin mızraklarından daha fazla kıymık batmasın diye yüzeye pek dokunmamaya çalışıyordu.

Isam’ın çentik kupası koyu renk bir sıvıyla doluydu, ama onu içmiyordu. Duvarın dibinde, hanın tek penceresinin önünde oturmuş, binaların dışına asılmış birkaç paslı fenerin aydınlattığı loş sokağı seyrediyordu. Kirli camda yüzünü göstermemeye dikkat ediyordu. Dışarıya asla doğrudan bakmıyordu. Kasaba’da dikkat çekmemek her zaman en iyisiydi.

Bir ismi olduğu söylenebilse bile, mekânın sahip olduğu tek isim buydu. İki bin sene içinde virane binalar defalarca inşa edilmiş ve değiştirilmişti. Gözlerinizi kısarak bakarsanız büyükçe bir kasabaya benziyordu aslında. Binaların çoğunu, inşaattan anlamayan ya da pek az anlayan mahkumlar yapmıştı. Evlerin büyük kısmı, yanındaki evler olmasa yıkılıp gidermiş gibi görünüyordu.

Isam gizlice sokağı izlerken yüzünden terler damlıyordu. Onun için gelecek olan hangisiydi acaba?

Uzakta, gece göğünü yaran bir dağın siluetim zar zor seçebiliyordu. Kasaba’nın içinde bir yerde, metale çarpan metalin sesi çelikten bir nabız gibi çınlıyordu. Sokakta şekiller süzülüyordu. Ağır pelerinli, başlıklarını takmış, kan kırmızı peçelerini gözlerine dek çekmiş adamlar.

Isam gözlerini onlara dikmemeye özen gösteriyordu. Gök gürledi. Dağın yamaçları yukarı, her daim mevcut kurşuni bulutlara doğru akan garip şimşeklerle doldu. Shayol Ghul’ün tepeden baktığı Thakan’dar vadisinden o kadar uzak olmayan bu Kasaba’yı pek az insan bilirdi. Onun varlığına dair söylentileri pek az insan bilirdi. Isam da o cahillerin arasında olmayı tercih ederdi.

Birkaç adam daha geçti. Kızıl peçeler. Onları asla indirmiyorlardı. Eh, çoğu indirmiyordu. Birinin peçesini indirdiğini görmüşseniz, onu öldürmeniz gerekirdi. Çünkü siz öldürmezseniz o sizi öldürürdü. Kızıl peçeli adamların çoğunun, birbirlerine dik dik bakmak ve belki yollarına çıkan sıska, vahşi sokak köpeklerini tekmelemek dışında bir işi yok gibiydi. Barınaklarından çıkmış birkaç kadın, başlarını eğerek sokakların kenarında koşturuyordu. Görünürde çocuk yoktu; muhtemelen kasabada pek fazla çocuk yoktu zaten. Kasaba, çocuklara uygun bir yer değildi. Isam biliyordu. Bebekliğinden beri buradaydı.

Sokaktan geçen adamların biri başını kaldırıp Isam’ın penceresine baktı ve durdu. Isam donakaldı. Samma N’Sei, Kör Edenler, her zaman alıngan ve aşırı kibirli olurdu. Hayır, alıngan demek hafif kaçardı. Yetisizlerden birine bıçak çekmek için kendi kaprislerinden daha fazlasını aramazlardı. Genelde bunu bedelini hizmetkarlardan biri öderdi. Genelde.

Kızıl peçeli adam ona bakmaya devam etti. Isam kendini sakinleşmeye zorladı ve adamın dik bakışlarına karşılık vermedi. Buraya acil bir çağrıyla gelmişti ve insan yaşamak istiyorsa bu tür şeyleri göz ardı etmezdi. Ama yine de… adam binaya doğru tek adım atarsa, Isam Tel’aran’rhiod’a kaçacaktı. Seçilmişlerden birinin bile onu orada takip etmeyeceğinden emindi.

Samma N’Sei aniden pencereden döndü. Bir an sonra, hızlı adımlarla binadan uzaklaşıyordu. Isam kaslarının biraz gevşediğini hissetti, ama gerginlik asla tam olarak geçmezdi, burada değil. Burada büyümüş olsa da, burası onun yuvası değildi. Burası bir ölüm mekânıydı.

Isam hareket sezdi. Sokağın ucuna baktı. Siyah ceket ve pelerinli bir başka uzun boylu adam, yüzünü açık bırakmış, ona doğru yürüyordu. İnanılmaz bir biçimde, adamın önünde Samma N’Seiler başka sokaklara ve aralıklara kaçışıyor, sokak boşalıyordu.

Demek bu Moridin’di. Seçilmiş Kasaba’yı ilk defa ziyaret ederken Isam orada değildi, ama kulağına gelmişti. Samma N’Seiler Moridin’i Yetisizlerden biri sanmıştı, ama Moridin onlara göstermişti. Onları kısıtlayan şeyler onu kısıtlamıyordu.

Ölü Samma N’Seilerin sayısı her söylentiden değişiyordu, ama asla bir düzinenin altına düşmüyordu. Isam, gözlerinin gördüğüne bakarak, buna inanabilirdi.

Moridin hana ulaştığında sokakta köpeklerden başka kimse kalmamıştı. Moridin hanı geçip gitti. Isam cesaret edebildiğince dikkatle izledi. Moridin onunla ya da hanla ilgilenmiyor gibiydi. Isam’a orada beklemesi emredilmişti. Belki de Seçilmiş’in bir başka işi vardı ve Isam öncelikli değildi.

Moridin geçtikten sonra, Isam sonunda koyu renk içkisinden bir yudum aldı. Yereller ona kısaca ‘ateş’ diyordu. Adını hak ediyordu. Sözde, Kıraç içkilerinden birine benziyordu. Kasaba’daki başka her şey gibi bu da orijinalinin yoz bir çeşidiydi.

Moridin onu ne kadar bekletecekti acaba? Isam burada olmaktan hoşlanmıyordu. Ona çocukluğunu çok fazla hatırlatıyordu. Bir hizmetkar geçti –kadının elbisesi o kadar eskimiş, öyle lime lime olmuştu ki, paçavradan farkı kalmamıştı– ve masaya bir tabak bıraktı. Birbirleriyle konuşmadılar.

Isam yemeğine baktı. İnce ince dilimlenmiş ve kaynatılmış sebze – daha çok biber ve soğan. Birini aldı ve tadına baktı, sonra içini çekti ve yemeğini kenara itti. Sebzeler çeşni katılmamış darı lapası kadar tatsızdı. İçinde et yoktu. Aslında bu iyi bir şeydi; nasıl öldürüldüğünü ve kesildiğini görmediği sürece et yemekten hoşlanmıyordu. Bu da çocukluğundan gelen bir şeydi. Nasıl kesildiğini görmemişseniz emin olamazdınız. Kesin olarak değil. Burada, et bulmuşsanız, güneyde yakalanmış bir şey, belki burada yetiştirilmiş bir hayvan, bir inek ya da keçi olması ihtimali vardı.

Başka bir şey de olabilirdi. Burada kuman kaybeden, kaybını ödeyemeyen ve sonra ortadan kaybolan insanlar olabiliyordu. Bazen de, üretiminde sorun çıkmış Samma N’Seiler eğitim aşamasında denebiliyordu. Bedenler kayboluyordu. Cesetler, gömülene kadar bile duramayabiliyordu.

Kavrulası yer, diye düşündü Isam, midesi kalkarak. Oda kavrulsun, o…

Biri hana girdi. Ne yazık ki oturduğu yerden kapının iki yanını birden izleyemiyordu. İçeri giren, kırmızı kenarlı siyah bir elbise giymiş güzel bir kadındı. Isam onun ince vücudunu ve narin yüzünü tanımıyordu. Tüm Seçilmişleri tanıdığından gittikçe daha emin oluyordu; düşlerinde onları sık sık görüyordu. Onlar bunu bilmiyordu elbette. Onlar kendilerini buraların efendisi sayıyordu ve bazıları da gerçekten çok yetenekliydi.

Isam da aynı ölçüde yetenekliydi ve aynı zamanda görülmemek konusunda çok başarılıydı.

Bu gelen her kimse, kılık değiştirmişti demek ki. Neden burada kendini saklamaya zahmet ediyordu ki? Her durumda, onu buraya çağıran kişi bu olmalıydı. Hiçbir kadın Kasaba’da bu azametli ifadeyle, sıçramalarını emretse taşların bile itaat edeceğini beklermiş gibi, böyle bir özgüvenle dolaşmazdı. Isam sessizce tek dizinin üzerine çöktü.

Bu hareket karnındaki yaranın sancımasına sebep oldu. Kurtla savaşında aldığı yaralar hâlâ iyileşmemişti. İçinde bir kıpırtı hissetti; Luc Aybara’dan nefret ediyordu. Sıradışı. Asıl uyumlu olan Luc, haşin olan ise Isam’dı normalde. Eh, en azından kendisi öyle düşünüyordu.